Bölüm 50: Döneceksin...

10K 396 252
                                    

Paragraf içi yorumlarınızı okumak istiyorum. Bir değişiklik yapıp benimle onları paylaşır mısınız?


*


Zihnimde uçları yanık dikdörtgen bir kağıt vardı. Kağıdın rengi siyahtı. Hayır, kağıdın rengi beyazdı. Hayır, kağıt o kadar büyük ve gürültülü bir savaştan çıkmıştı ki artık rengi siyahtı. Hayır, kağıt o kadar büyük ve sessiz bir savaştan çıkmıştı ki üzerine yazılan kelimelerin ruhu siyahtı.

Zihnimde beliren bir kağıt yoktu. Bu kağıt Uluç'un elinden elime akan, Uluç'un gözlerinden gözlerime akan, Uluç'un avuç içimde atan kalbinden kalbime ve hatta beynime akan bir varsayımdı. Bu kağıdın üzerinde kelimeler yoktu. Bu kağıtta tek bir kelime, tam orta yerde durmuş yanmayı bekliyordu. Yazan kelime onun ismiydi.

Uluç...

Uluç yanıyordu. Uluç yakıyordu. Uluç yanıyorken de yakıyordu.

Uluç hayat tarafından yakılıyordu. Verdiği nefesin bile yakıyor oluşu bu yüzdendi çünkü Uluç ateşi soluyordu. Uluç ateş nasıl solunulur öğrenmişti.

Uluç'un parmakları parmaklarıma kenetli bir şekilde durmaya devam ediyordu. Elimin üst yüzeyinde kurduğu hakimiyet ve alt yüzeyinde hissedilir boyutta atan kalbi beni anne karnında ki bir bebek gibi hissettiriyordu ve hissettiğim güven beni Uluç'a itiyordu. Beni burada yaşatacağını söylüyordu. Buna inanmazdım. Eğer Uluç'tan farklı, bambaşka biri bana onun kurduğu bu cümleyi aslında yazılı bir kanunu okuyormuş gibi okusa ve altında devletlerarası kesinliği ve güvenirliği sağlayan imzası bile olsa inanmaz ona doğrudan ihlalin sonuçlarını sorardım.

Ama bu cümleyi kuran kişi Uluç'tu. Uluç bana yalan bile söylese altında gerçeğe yakın bir anlamın mutlaka yatacağını biliyordum. Belki de zihnim buna kendini inandırmaya çalışıyor, Uluç'tan kurduğu bu cümleyi gerçek anlamda uygulamasını istiyordu. Kalbimde hissettiğim duyguların ağırlığı bedenimi büyük bir inkarın önüne geçirerek engelliyordu.

İstiyordum.

Beni burada yaşatmasını istiyordum. Günün birinde ikimizden birinin yanmayı bırakıp kül olacağını biliyordum ama şimdi başım çenesinin altında, yüzümün yarısı tenine temas ediyorken ellerim kalbinin üzerinde dursun istiyordum. Bu istek beni yerden yere vurmak, duvardan duvara çarpmak, elli iki katlı bir binanın elli ikinci katından aşağı atmak istiyordu ama inkar edemiyordum. Yalanlar söylüyordum ama artık bu yalanlara inanacak gücü kendimde bulamıyordum. Ona güveniyordum.

Ona dağlar kadar güveniyor, dağlar kadar da güvenmiyordum.

Kendimi ateşe koşuyormuşum gibi hissediyordum ama ondan başka koşacak kimsem de yoktu. Tüm bu işlerden kurtulma umudum kaybolmamıştı ama eskisi kadar hissedilebilir olduğunu da söyleyemezdim. Elim kolum bağlanmış hissediyordum ama artık bunun suçunu Uluç'a yıkamıyordum. Ona ihtiyacım olduğunu kabullenmiştim. İçimde onu aklayan bir tarafın varlığını da artık belirgin bir şekilde görebiliyordum.

Şimdi burada elini elimin yüzeyinden çekse, kalbinin atışlarını da alıp beraberinde diğer odaya götürse ve beni tahta kapının arkasında böylece soğuk yatakta bırakıp gitse ne hissederdim diye düşünmeden edemedim. Korkunç bir ağlama isteği anında gözlerime, genzime ve hatta burnuma doldu, hissettiğim sızıyı bastırmak adına burnumu Uluç'un çıplak göğsüne bastırdım ve derin bir soluk aldım. Uluç aldığım derin soluğun ısısından etkilenmiş olmalı ki kollarını omuzlarıma daha sıkı doladı ve çenesini alnıma yasladı.

Kolları güvenliydi. Bunu bana tüm bu işlerin başından beri hissettiriyordu. Ondan korkarken bile eğer onun kollarındaysam ona rağmen kollarından aldığım destekle cesur davranabiliyordum. Bunun iç dünyamda yarattığı karmaşa beni boğsa da kendime itiraf ettiğim ilk gerçek buydu.

SAHİPSİZHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin