Ertesi sabah uyandığımda düşündüğüm net bir şey yoktu. Boşluğa bakıp hissettiğim duyguların varlığına alışmaya çalışıyordum. Bir yanardağ patlamış siyah külleri birer tohum gibi etrafımıza yayılmış, düzenli bir şekilde hayatımıza pay edilmişti. Eğer ağlamaya devam edersem tohumların can suyuna kavuşup içimde açacaklarını biliyordum. Kökleri zehir olan çiçekleri dilimizle açtıracak bir başka tohumu savuran yine dilimiz olacaktı. Kısır bir döngünün savaşını başlatan kişi olmak istemiyor ama gözyaşlarıma engel olamıyordum.
Bu hissin beni boğmaya çalışan çıkıntısı boğazımdaki adem elması kadar küçük ama adem elmasının işlevi kadar büyüktü. O olmasa yutkunamazdım.
Elinde içinde helyum dolu balonu ile kalabalık işlev bir caddenin ortasında yalnız başına kalmış küçük bir çocuk gibi hissediyordum. Saçlarım örgülüydü. Üzerimde balonumla aynı renk kırmızı bir elbise vardı ve balon gökyüzüne doğru yol aldıkça etrafımda olan kalabalık seyrekleşiyor, adını bilmediğim binlerce kuş bir vadinin ortasındaymışım gibi etrafımı sarmaya başlıyordu. İçinde yırtıcı kuşlar da vardı ve bazılarının kan rengindeki balonumu gökyüzünde parçalayışlarını izleyebiliyordum. Balonun kırmızı renkteki parçaları üzerime köklü bir damardan kopartılmış cansız et parçaları gibi dökülüyordu.
Kalbimde ardı ardına volkanlar patlamaya devam ediyordu, midemdeki katranın içimi yakan ısısı hala oradaydı ve Everest ile Lhotse yıkılmıştı ve üzerinden dumanlar çıkararak gözümün önüne dün geceyi getirmeye devam ediyordu.
Uluç uyandığımda yanımda yoktu. Dün gece birlikte uyduğumuzu biliyordum. Gece boyunca aralıklı olarak elini alnımda gezdirmişti. Bana her dokunuşunda, dokunuşundan akan ve varlığını gece boyunca sürdüren şefkati fark ederek uyanmış ama dokunuşunu hissetmekten öteye gitmeyerek uyumaya devam etmiştim.
Alnımı sıvazlamış, saçlarımı okşamıştı. Bu hareketi bende derin iç çekişlere sebep olmuştu. Bu hareketi bende yeni doğan bir bebeğin hissedebileceği garipliklerin hepsini hissettirmişti. Uluç burnumdan akarak boynuna vuran sıcak nefesimin her bir alışverişinde kasım kasım kasılmış kollarını bana daha sıkı dolarayak elimi sımsıkı tutmuş ve bir an olsun bırakmamıştı. Bir bebek gibi hissetmiş, bir bebeğin anne kokusunu duyumsamı gibi Uluç'un kokusunu içime çekmiştim.
Gözlerimi açamıyordum. Başımdaki ağrı o kadar kuvvetliydi ki gözlerimi açtığımda bir ejderhanın ağzından alev çıkarması gibi gözlerimden baş ağrısı çıkarıyordum. Elimle alnımı uzun uzun sıvazladım, hiçbir faydası olmuyordu. Derin bir nefes alıp doğrulmak için hamle yaptığımda kalçalarımın üzerine oturamadan başım döndü ve ağrı o kadar kuvvetli bir şekilde beynimin içine vurdu ki kulaklarımda yükselen ses kilise çanı ile eşdeğerdi.
Kilise çanını andıran yüksek ses içimdeki seslerin her bir sahibini farklı boyutlarda ve renklerde olan taşların altına sığınmak zorunda bırakmıştı.Gözbebeklerim üzerine bir perde gibi inen göz kapaklarıma rağmen titredi. Parmaklarım kulaklarımı sımsıkı kavramış, seslerin kesilmesini bekliyordu.
Gözlerimi yeniden aralamak için biraz bekledim. Yaklaşık üç dakika sonra gözlerimi yeniden araladığımda ilk gördüğüm şey eskitilmiş bir avize ve avizenin kollarından sarkan gezegenlerdi.
Üç kollu eskitilmiş avizenin her bir koluna farklı bir gezegen yerleştirilmişti. En sağ tarafta parlak mavi renkte ve diğerlerine nazaran daha büyük olan Dünya yer alıyordu. En sol tarafta olan avize kolunda ise diğerlerine göre daha uzun tutulmuş ipinden dolayı belirgin bir şekilde ayırt edilebilen kırmızı renkteki Mars yer alıyordu ve bu üç kolun ortasında kalan eskitilmiş avizenin sonuncu kolunda ise parlak gri renkte ki Venüs yer alıyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
SAHİPSİZ
RomantizmBaşlama Tarihi: 27.10.16 Romantizm#4: 03.02.17 Hikayenin ilk bölümleri yıllar öncesine aittir. Gelişmemi izlemek istediğim için bu bölümlere dokunulmamıştır. Bir varmış bir yokmuş diye başlattı bir kadın masalı. Bir varmış bir yokmuş diye devam etti...