Bölüm 54: Dikiş, Part 2

4.9K 278 639
                                    




Yorum yaparken aceleci davranmayın, yeni bölüm beklemediğiniz farklı şeyleri beraberinde getirecek. Bölümün gecikmesi için özür dilemeyeceğim ancak hep söylediğim gibi keyfi durumların olmadığını belirtmeden geçmeyeceğim. Profilimdeki Renkarnasyon için sizi bekliyorum bu arada, beni orada da karşılar mısınız?

Bölüm için yine bir sınır belirleyeceğim ancak bu sınır geçer geçmez yeni bölüm atacağım demiyorum.

Sınır geçmeden yeni bölüm paylaşmayacağım, bilin.

Uzun zaman sonra yorumlarınızı okuyacağım için heyecanlıyım. Lütfen bol bol okutun onları bana. Sizleri seviyorum. ❤️

Bana ulaşmak için instagram: @ yasoley
Sınır
200 vote 500 yorum

*

Dans eden binlerce insan bedeni görmüştüm. Her yerdeydiler. Bazen bir karnavalda, bazen bir konserde, bazen evinin küçük kendine ait odasında küçük kızın bacaklarında, aynı bacaklar bazen evinin genişçe avlusunda... Onlarca dans eden insan. Binlerce dans eden insan. Hiç dans eden birilerini görmüş müydünüz? Kendi eceliyle, kendi hayaliyle, kendi korkusuyla, kendi sevgisiyle, kızgınlığıyla ve hatta kendi mutluluğuyla dans eden onlarca insan görmüştüm.

Bu halleri bana tanrısıyla alay etmeye çalışan basit kuklalar gibi görünsede bu alayın büyüklük ya da küçüklük taslamakla alakası yoktu. Bu alay tamamen var olmak ve var olmaya devam edebilmekle alakalı bir oyundu ki tanrının sarf edilen bu oyuna bayıldığına emindim.

Çocukken terden sırılsıklam olana dek dans ettiğimizi, Zümrüt'ü itekleyerek oyunlar oynadığımı hatırlıyordum.

Uluç'un bir kardeşi olmadığını biliyordum. Tıpkı Uluç'un dans etmeyeceğini bildiğim gibi. Bir an için onu dans ederken izlemek nasıl olurdu diye düşündüm ama Uluç'u dans ederken görmek onu bir uçurum kenarında ayak parmak uçlarına doğrulmuş bir şekilde görmekle eş değerdi.  Uçurum kenarında ufacık bir rüzgar darbesiyle yıkılmak daha doğrusu yıkılmamak ona daha kolay gelirdi. Yanılıyordum biliyordum. Ama onu karşımda dans ederken görmek bana olası ihtimallerin hepsini bir sepete doldurup o sepeti uçurumdan aşağı yuvarlamak gibi hissettirirdi.

O sepette kuklası olduğum tüm duygular vardı ve bu tüm duyguların hepsi Uluç'aydı.

Bir uçurum kenarında parmak uçlarında durmak son gaz giden bir arabada sakince oturmaya çalışmakla eşdeğerdi ve Uluç geçtiği uçurum kenarında parmak uçlarında durmuş, bana üzerinde doğrulduğu parmak uçlarıyla ve uzattığı telefonla bakarak sakince hareket etmemi bekliyordu.

Yoktu öyle bir dünya.

Hayır.

Vardı öyle bir dünya.

Ölsün istemiyordum. Ölmek istemiyordum.

Emindim, dediğini yapardı ve bizi ateşe verirdi. Onun yüzünde ölüm ilk kez tanık olduğum bir ifade değildi. Tanınması kolay bu ifadenin mimarı kendisi değildi ama artık bu yapay mimarlığın usta tanrısı olmuş gibiydi de. Sertçe yutkundum. Yutkunuşum o kadar sertti ki çıkan sesin gürültüsü üstüne bindiğimiz arabayı bile sarsmış gibi hissetmiştim.

"Sakinim."

Hissettiğim güçlü sarsıntıya rağmen onun bana uzanan sesini duydum. Sesini duyar duymaz yeniden yutkundum. Yutkunuşum yalnızca beni titretmemişti bundan emindim ama sanki Uluç'u da titretmişim gibi bana uzanan kısılmış sesine bakakaldığımda arkamızdaki silah sesleri bizden uzaklaşmaya başlamışlardı.

SAHİPSİZHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin