Benden istenildiği gibi öğlen yemeğinde de akşam yemeğinde de zamanında bulundum. İlk günüm izinli olmuş olsam da misafir gibi çalıştığım evde bir köşeye geçmeyi sindiremedim.Daha bebeğim uyur uyumaz koyuldum hemen işe. Önce evi gezdim bir iyice odaları, koridorlar nereye çıkar öğrendim. Mutfağın neresi olduğunu, kabın, kacağın yerlerini yazdım bir iyice aklıma. Sonra Semiha Hanımın bahsettiği öğün listesini aldım kontrol ettim. Öğlen için bulgur pilavı, salata, patlıcan oturması vardı listede. Taktım önlüğü belime, koyuldum işe. Patlıcanları tuzlu suya yatırdım. Bir yandan da pilavın suyunu ayarladım. Rahmetli annem bana ne öğretmişse her şeyin en iyisini bugün kuracağım sofrada sergilemeliydim.
"Ne yapıyorsun sen burada?"
Boş bulunup korkuyla sıçradım. Zangır zangır bıçağı tutan elim titriyordu. O oteriter sesinden ürkmüştüm. Korkuyla döndüm önümü. O meşhur asil duruşundan gram ödün vermeden bana bakmayı sürdürüyordu Semiha Hanım.
"Şey... Hanımım öğlen yemeğini yapıyorum."
Tek kaşı kadından bağımsız havalandı. Ömrümde ilk defa tek kaşını havaya kaldıran birini görmek, şu ömür hayatımda tahayyül edebileceğim bir şey değil gibiydi. Semiha Hanım bana bakarken ben de ona şaşkınlıkla bakıyordum. Belki de hayranlıkla ne bileyim... Şu masal kraliçeri gibiydi benim için.
"İzinli olduğunu söylemedi mi Fuat sana?"
"Söyledi hanımım"
"O vakit ne diye buradasın, git ve iznini değerlendir."
Yutkundum, dudaklarımdan savunmaya geçmek için tek cümle çıkmıyordu. Eğdim bakışlarımı yere, suç mu istemiştim canım yani... Sonra çekinerek tekrar baktım yüzüne.
"Hasta değilim, yorgunluk da yaşamıyor vücudum. Boş durmaya alışık değil bünyem hanımın"
Omuz büktü, "Eh iyi madem, yap işini"
Kolları göğsünde bağlı benim çalışmamı izliyordu. Ben ise o andan itibaren soğuk soğuk ter döküyorum sırtımdan aşağı doğru. Ellerim ara sıra titreten, hiç Semiha Hanımdan tarafa bakıp kendimi engel olamayacağım bir telaşa kaptırmak istemiyordum.
Yaptığım yemekleri çok beğendi. Öyle ki her yediği pilavın ardından yeni sorular ekleyip, benimle sohbet dâhi etti. O asil ve burnu havada zannettiğim Semiha Hanım. Fuat Bey ise sakince yemeğini yerken hiç konuşmadı da kalkarken bir öylesine, "Ellerine sağlık," dedi ya bir heyecan tatlı bir telaşın vehametine kapıldım ki sormayın. Ne yani, herkes gibi " Ellerine sağlık" demişti. Bu iki kelimenin ne özelliği vardı ki ben iki kelimesi ile heyecanlanıyordum.
Üç kişilik bir aile gibi hem de değil gibiydik. Sonraki günler bir öncekinin tekrarı sıradan birbirini takip eden günler eklendi benim Fuat Bey'in yalısına gelişimin üzerine. İşimi yapıyordum tek odaklandığım yanlızca buydu. Kızım uslu bir bebekti. Olur olmaz ağlamazdı. Eğer ki ağladı, Semiha Hanım el bebek gül bebek bakıyordu. Genç yaşta kaybettiği eşi ile zamanında çok çocuk istemişler. Eşini de kaybedince ummadığı vakitte, çocuk hasreti böylece askıda kalmış. Kızım zaten dünya tatlısı bir bebekti. "Şeytan tüyü var bu cimcime de, bak Adile nasıl da beni kendine çekiyor?" derdi Semiha Hanım.
Birde şöyle bir durum vardı, Semiha Hanım her ne kadar sert görüntüsüyle insanı hizaya getirse de kızıma karşı gayet merhametli ve sevgi dolu oldu. Varsın sevsin, diyordum. Zaten günlü yaralı bir hanım, açıyordum da zaman zaman. Eşinden bahsederken, çok isteyip de imkansız bir şeye olan arzusu gibi bir ruh haline bürünür, sesi titrer ah o güzel gözleri dolardı. Hayrandım bir kere o kadına. Semiha Hanımın eşine olan tutkulu ve muteber sevgisi gibi sevilmeyi ne çok isterdim. Ama insan bilemiyor ki ileride yaşayacaklarını... Geleceği görebilme kabiliyetimiz olsa neden o kadar acıyı göğüsleyip, keder girdabında boğuluruz ki?Bir ikindi vaktiydi. Semiha Hanım yalının arka tarafındaki bahçenin verandasında kucağında kızım ile oturuyordu. "Melek," diyordu. "Sen bir Meleksin, Melaikesin"
Ben ise tebessumle kızım ile olan muhabbetine gıpta ile bakıyordum.
Fuat Bey ise bahçe için yeni çiçekler getirtmiş, onları dikmekle meşguldü. Toprak isterse, toprağı veriyordum, saksı lazımsa saksıyı...
Sonra hava serin diyerek, Semiha Hanım içeri geçti. Fuat Bey ise benden soğuk bir su getirmemi istedi. Gittim getirdim suyu. Elinden eldivenleri çıkarmış, bahçenin çeşmesinde ellerini yıkadı, uzandı aldı soğuk suyu. İlk defa bu kadar dikkatlice bakıyordum o kalem gibi ellerine. Fuat Bey'in elleri inanılmaz derecede çok güzeldi. Daha önce de görmüştüm parmaklarının inceliği ve elinin zarifliğini ama su bardağına uzanırken ki kadar bakıp hayran hayran bakmamıştım. O eller ki, yeri geliyor adaleti sağlamak için yargı dağıtıyordu, yeri geliyordu toprağın yanık bağrında hayat bulması için binbir çiçeğe hayat sunuyordu.Marifetlerine ise ayrı saşıyordum. Ben şehirli erkekleri, devamlı başıbozuk bir şekilde gezip tozan gamsız insanlar olarak bilirdim ya da zannederdim. Hayatımın bam teline dokunan iki şehirli erkek tanımıştım ki bu ikisi de yanlızca işlerinde güçlerinde müstesna insanlardı. Âgâh Bey ve Fuat Beyden bahsediyorum.
İçtiği bardak boşalınca uzattı bana, yüzünde hep gördüğüm ve alıştığım gülümsemesi ile baktı gözlerimin içine. Sıcacıktı bakışları, değdiği yeri ısıtan, yakan cinsinden...
"Bardağı götür, yanıma gel Adile"
Götürdüm bıraktım mutfağa bardağı. Tekrar döndüm yanına elinde bir bitki vardı. Hemen arkasında hafif çaprazında duruyordum. O ise çömeldiği yerde bitkisi ile meşguldü. Başını hafifçe çevirip, yanaklarında taht kurmuş buruk tebessümüyle baktı bana.
"Bu çiçeğin ismi ne bilir misin Adile?"
Bakışlarım o zarif elleri arasında duran bitkiye kaydı. Hiç görmediğim, bilmediğim bir bitkiydi.
"Bilmem beyim,"dedim.
O güzel tebessümü yayıldı yanaklarına. Gözlerime bakıyordu. Zaten hiç bir vakit bakmaktan çekinmemişti ki...
"Kanayan kalpler çiçeği"
"Ne değişik ismi var, neden bu ismi vermişler ki?"
"Nisan ve Mayıs aylarında çiçek açıyor. Çiçek dediysem öyle bilindik çiçeklerden değil, salkım salkım kalp şeklinde çiçeklere sahip."
Sonra yerden iki bitki aldı, bana doğru uzattı. " Seç bakalım, Pembe mi beyaz mı? Sol taraftaki beyaz kanayan kalpler çiçeği, sağ taraftaki ise pembe kanayan kalpler çiçeği, e hadi seç birini."
Sol taraftakini seçtim. "Bu, beyaz olanı seçtim,"dedim.
Baktı bir süre yüzüme, utandım bakışlarımı kaçırdım ondan.
"Beni neden hiç yanılmıyorsun be Adile,"dedi.
Şaşkınlıkla bakakaldım yüzüne.
"Neden ki beyim?"
"Beyaz kanayan kalpler çiçeği saflığı temsil eder, pembe kanayan kalpler çiçeği işe aşkı temsil eder. Bu kadar masumluk yüreğe zarar değil mi ha Adile?"
Ah ben ne kadar da utandım bir bilseniz. Kıpkırmızı olmuştum buna emindim. Utancımdan bakamadım yüzüne. Yakınımda olması, hâlâ gözlerini milim oynatmadan beni seyrediyor olması tuhaf hissettiriyordu. Bir yanım yangınların arasında mahsur iken, diğer yanım karlı dağların doruğunda üşüyordu. Neden bu kadar aklımla oynadı ya da ben öyle niye hissettim hiç bilemedim.
Sonra hiç o sözleri etmemiş gibi oturdu çiçeğini dikmeye koyuldu. Bense olduğum yerde kalakaldım. Beynimde yankılanıyordu, "Bu kadar masumluk yüreğe zarar değil mi ha Adile?" Öyle mi biliyordu beni? Gerçekten masum muydum onun gözünde. Masumluk göreceli bir kavram, o masum olduğumu söylerken, ben ise en büyük kire, pisliğe bulanmış bir zavallı olarak görüyordum...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
KÖRDÜĞÜM 2 Adile
Genel Kurgu"Papatya," diyor. "Öyle narin öyle hassas bir çiçek ki, bakma öyle dağda bayırda hattâ bozkırda yetiştiğine... Sevmesini bilirsen ziyan olup gitmez be Adile..." İki parmağı arasında tuttuğu papatyaya bakıyor hüzünle... "Adile ne olurdu, bir şans ver...