BÖLÜM 43 - ATEŞLE OYNAMAK

3.3K 341 57
                                    

Dükkânlardan birinin duvarına yaslandım ve etrafı taradım ama ne kadar bakarsam bakayım kalabalık panikle kaçarken içlerinde sırıtan birini bulamadım. Belki de sadece okçuları vardı.

Nereye gitmem gerektiğini bilmiyordum. Normal bir asker olsa belki okçuyu yakalamaya çalışırdı ama benim bunu yapabilmek için ne eğitimim ne de çalışmam vardı.

Elias'ın öğrettiği şeyler temelin de temeliydi. Bıçak tutmak, yumruk atmak gibi herkesin bilmesi gereken, sizi bir dövüşte zar zor kurtaracak hatta kurtarmayacak şeylerdi.

Ortalıkta dolanarak da bulamazdım okçuyu. Zırhım okun vücuduma saklanmasını engelleyebilirdi ama başım açıktaydı ve bu beni asker kılığında olduğum için açık hedef hâline getiriyordu. Ayrıca zırh parçalarının birleşim yerlerinden geçip vücuduma saplanan oklar beni sakat bırakabilirdi.

Yaslandığım duvardan ayrıldım ve artık neredeyse kimsenin olmadığı sokaktan koşarak geçtim. Birkaç ok daha arkamda yere saplandı ama durmadım. Durma riskini almamla oku vücudumu yemem aynı anda olurdu.

Oklar rastgele gelirken başımı döndürüp ne taraftan geldiğini belirlemeye çalıştım ama takılmamak için önüme tekrar bakmak zorunda kaldım.

Kendimi başka bir dükkânın kapısından soktuğumda kıl payı bir ok uçtu ve o okla okların doğudan geldiğine emin oldum. Ama yine de okçunun yerini saptayamazdım çünkü okçunun ok atması için sokakta biri kalmamıştı, sokak tamamen boşalmıştı.

Durup soluklanmaya çalışırken camın arkasından dışarı baktığımda cama doğru bir ok uçtu ve cam patlayıp parçalar etrafa döküldüğünde geriye adımlamak zorunda kaldım ama neyse ki camın tam önünde değildim.

Bir cesaret başımı uzatıp meydana baktığımda sokakta en az beş ölü olduğunu gördüm.

Yere yığıldıkları için nerelerinden vurulduklarını göremiyordum. Belki de içlerinden biri hâlâ yaşıyor olabilirdi.

Bu düşünce içimi kemirmeye başladı ama kahramanlık taslayacak durumda değildim. Derin bir nefes alıp yutkundum, meydanda yerde yatıp yaşayan biri varsa da yakında ölecekti. Elimden bir şey gelmezdi.

Arkamdan bir hıçkırık sesi geldiğinde o tarafa baktım. Bir çocuk, yüzü küle dönmüş annesine sokulmuş ağlıyordu. Ağlama sesi çoğunlukla duyulmuyordu çünkü yüzünü annesinin elbisesine gömmüştü.

Anneyle göz göze geldim ama ona ne diyeceğimi bilemeden öylece durdum. Savaşmayı bilmiyordum ve kendimi bir anda meydanın ortasında atacak kadar cesur da değildim açıkçası. Yani onları koruyamazdım.

"Gerçekten mi? Bir kadın asker mi gönderdiler? Ölmemizi mi istiyorlar?"

Dükkânın sonundaki tezgâhtan bir adam ve bir kadın çıktı. Adamla kadın ortalama aynı yaşlardaydı, en fazla ellilerinde olmalılardı. Adam bana bakarak cıkladı ve söylendi. Bu sefer adama ezici bir şey demedim çünkü onları gerçekten koruyamazdım.

"Beni kimse göndermedi. Sadece yakında devriye geziyordum. Ben gelmeseydim kimse gelmezdi muhtemelen."

Ama adama onları kurtaracağımı, yaşatacağımı söylemedim çünkü öyle bir şeye söz veremezdim. Tek bir tane donanımlı asker gelse hepimiz ölürdük o yüzden yalan söylemeye niyetim yoktu.

 Onlara arkamı döndüm ve biraz daha başımı uzatıp etrafa baktım. Etrafta Doğu'dan gelen askerler yoktu. Daha doğrusu kimse yoktu.

Daha ne kadar dükkânda durmam gerektiğinden emin değildim. Okçu muhtemelen yerinden ayrılmayacaktı ve ben de o yüzden çıkamayacaktım. Ayrıca okçu ayrılsa bile ayrıldığından haberim olmayacaktı ve bu sinir bozucuydu.

GRANDÜŞES'İN İMTİHANIWhere stories live. Discover now