Bölüm 3 "Çarpışma"

408 32 3
                                    

Bu kaçıncı iş başvurumdu bilmiyorum. O kadar çok otele iş başvurusunda bulunmuş ve bana o kadar çok geri dönülmemişti ki bana artık bıkmıştım. Lanet olası mezun olduğum bölümümde iş bulamayacaksam herhangi bir otelin herhangi bir bölümünde çalışabilirdim.

Yazın bu sıcağında yine bir görüşmeye gidiyordum ama kendime hiç güvenmiyordum. Bu işlerde dış görünüş çok önemliydi ama ben oralı değildim. Yine mini bir şort, üzerimde barış işareti olan beyaz tişört ve sandaletlerimi geçirmiştim üstüme. Siyah saçlarımı yukarıdan atkuyruğu yapmıştım. Bir de bu sıcakta saçlarıma şekiller verip kokoş kadınlara dönemezdim değil mi? Kıyı boyunca yürüyüp internetten adresine baktığım yer bu önünde durduğum devasa otel olmalıydı.

"Otel ICe" enteresan bir isim Allah'ın belası bir de patronları vardır şimdi bunların diye içimden geçirirken, o esnada büyük kapıdan içeri girdim. Sağ tarafımdaki lobide müthiş bir hareketlilik vardı. Fotoğraf makineleri, makyaj malzemesi taşıyan kadınlar. Orada bir olay vardı. Ama benim olayım o değildi. Direkt yürüyüp danışmaya vardığımda iş görüşmesi için geldiğimi söyledim. Karşımdaki kız "Can you speak english" diyecekmişçesine yüzüme bakıyordu. Umarım öyle bir şey demezdi zira girer girmez bir sınava tabii tutulmak berbat olurdu. Elimi kızın masasına koydum ve gülümsemeyi deneyerek konuşmaya başladım:

"İş başvurusu yapmıştım bugün öğlen gelmemi söyleyen bir telefon aldım."

Karşımdaki kız yine aynı İngiliz ifadeyle yüzüme bakıyordu. Hangimiz Türkçe anlamıyorduk emin değildim.

Elimi saçıma attım şaşırmış bir ifadeyle "Yoksa bugün değil mi?" diyebildim.

Kız üzerinden şaşkınlığı atmış olacak ki biraz zaman isteyip birkaç kişiyi aradı. Bunlarla iş arkadaşı olma fikrinden o anda nefret etmiştim başıma neler geleceğini bilmeden öylece bana denileni yaptım. Bu koca lobide benimle görüşecek kişiyi beklemeye başladım.

++++

Serdar bu çekimi de atlatmış olmanın mutluluğuyla yemek yemek için otelin en üst katında bulunan restorana çıktı. Yeşim fotoğrafları seçmiş ekibiyle birlikte lobiden ayrılmıştı. Seçkin ise makinelerini topluyor bir görevliye makineleri çantalarına nasıl yerleştirmesi gerektiğini anlatıyordu. Bir an önce gitmek istiyordu buradan, tekrar Demir'le karşılaşıp muhabbet etmek zorunda kalabilirdi. Serdar'ı kendi haline bırakmıştı. Yemek için uygun bir yer değildi bu yüzden Serdar'a katılmadı.

Tüm eşyaları toplanmış ve geldiği araca yerleştirilmişti. Tam araca bineceği esnada telefonunun elinde olmadığını fark etti. Çekim esnasında hep fotoğraf masasındaydı. Neredeydi şimdi bu telefon? Telefonunu aramak için lobiye girdiğinde etrafına da güvensiz bakışlar atıyordu. Seçkin danışmaya yöneldiği esnada siyah saçları yukarıdan toplatmış, insan görünümlü bir hobbitin elindeki telefonu danışmadaki kıza gösterdiğini fark etti. O hobbitin elindeki telefon tabii ki Seçkinindi. Telefonunun bu lanet hobbitde ne işi vardı?

*Hobbit: Kısa boylu, kocaman tüylü ayaklı, kıvırcık saçlı, son derece neşeli, J.R.R. Tolkien'in kurgusal Orta Dünya evreninde bir ırk.

++++

"Hanımefendi telefonu ortada büyük masada buldum diyorum nereden bilebilirim kimin?"

"O halde şöyle bırakın. Sahibi bize gelecektir. O zaman teslim ederiz."

"Umarım üzerime kalmaz. Hayır yani sahibini bilsem zaten size getirmem öyle değil mi?"

"Hey! Seni küçük yaratık! O elindeki telefonun kaç para olduğuna dair en ufak bir fikrin dahi yok! Hemen onu elinden oraya bırak hırsız hobbit!"

Bu ses de kimindi? Yaratık mı? Bana yaratık diyecek insan mı vardı dünya üzerinde. Hemen sesin geldiği yöne döndüm. O da neydi? Karşımda David Beckham Brad Pitt karışımı bir adam vardı. Bu herif bu kadar yakışıklı olup neden böylesi kabaydı onu bilmiyordum işte.

Hemen kocaman açılmış gözlerimi biraz kısmış ve bana dediği sözleri tekrar beyin süzgecimden geçirmiştim. Karşımda dikilen bu arsız herifin ne kadar yakışıklı olduğu şu anki konumuz değildi. Ben ben olmalı ve durumu anlatmalıydım.

"Hop! Yavaş gel! Sen kime hırsız dedin?!"

"Elinde tuttuğun telefon benim ufaklık. Benim olan bir şey senin elindeyse bu onu çaldığın anlamına gelir. Bir şeyi çaldıysan hırsızsın demektir!"

Adam nasılda kendini mağdur beni de suçlu durumuna düşürmüştü öyle. Telefonu masada bulduğuma ikna edemediğimin ve beni yaklaşık yarım saattir lobide bekleten bu danışmadaki kız da neredeyse hırsız olduğumu düşünmüş gibi bakıyordu. Bu berbat durumun içinden hemen kurtulmalıydım. Adam bana yaklaştı, bu lanet telefonu ona öyle kolay vermeyecektim. Üstüme tsunami etkisiyle gelen ve sol elini telefona uzatan adamın koluna vurup telefonu da alıp biraz uzaklaştım.

"Sen bana hırsız mı diyorsun şimdi? Birincisi telefonun senin gibi insanlık tarihine henüz giriş yapamamış bir yabaniye ait olduğunu bilsem kendimi danışmaya kadar yormazdım. İkincisi bu lanet telefonun fiyatı eminim sahibi gibi ucuzdur. Üçüncüsü ve sonuncusu ben bir hobbit değilim. Sen 1 66 boyunda bir hobbit gördün mü daha önce? Ortaçağ insanı!"

Ben saydırırken adam beni dinlemez tavırlarla bir an önce susmamı bekliyor gibiydi. Lanet herif! Tamam, biraz yakışıklıydı. Hayır, tamam çok yakışıklıydı. Ama çok yakışıklı olması bana hırsız demesini gerektirmezdi değil mi? Ben bunları düşünürken adam sırıtarak üstüme yürümeye başladı. Dev dalgalarıyla üstüme çullanacaktı birazdan. Ben o telefonu vermeyecektim. O da telefonu alacaktı. Bir şey yapmalıydım... Bir şey...

O anda yapabileceğim en iyi şeyi yaptım. Tabi ki bağırdım: "İmdattt! İmdat yardım edin."

Adam suratıma o kadar şaşırmış bakıyordu ki gözlerinin mavisini de o şaşkınlığında fark ettim. Ama şu an gözlerinin mavi olması önemli değildi. Bir babayiğit çıkmalı ve şu mavi gözlü herifin göz çevresini mora boyamalıydı!

Bana hırsız demek ha! Bunu ödeyecekti...


Sen RengiHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin