Sabah uyandığımda, göz kapaklarımda bir ağrı, ve başımda da bir sızı vardı. Bu bana dün geceki karmaşayı hatırlatmak için yeterliydi.
Gözlerimi kırpıştırdım ve alnımın iki yanlarına masaj yapmak için ellerimi kaldıracağım sırada, yanımda, uyanmış olan Tristan'ı fark ettim. Beni izliyordu. Bakışlarımı çevirdim, ve bileğimdeki tokayla saçlarımı boynumda bir at kuyruğu haline getirdim.
"Daha iyi misin?" diye sordu, dirseklerinin üzerinde kalkıp bana biraz daha yakın hale gelerek. Okşamak için elini omuzuma değdirdi fakat geri çekildim.
Meraklı bakışları eşliğinde, çarşafı üzerimden atıp yatağımdan kalktım. Konuşmak istemiyordum. Daha ne söyleyebilirdim ki? Tüm okul bu lanet olası yatak ilişkimizi öğrenmişti ve kimsenin hislerimi önemsediği yoktu. Artık, ne kadar orada bir işim kalmamış olsa da, o insanları bir daha görmek bana acı ve güçsüzlük aşılayacaktı. Ve ben bu küçük kasabada her lanet gün onları görmek zorunda kalacağımı biliyordum.
"Sorun ne?"
Sorusunu es geçtim ve dolabımı açıp içinden bir kot ile metal grup tişörtlerimden birini çıkardım. Lanet çenesini kapatmalıydı. O konuşmaya her başladığında kaslarım geriliyordu.
Yataktan hışırtı geldi ve tam üstümdeki tişörtü çıkarmaya yeltendiğim an, ellerini iki omuzumda hissettim. Bu ellerimi iki yanıma indirmeme sebep oldu, fakat duvarlarım hâlâ oradaydılar.
"Bunu neden yapıyorsun?" diye sordu. Sesi alçaktı ve bunun sebebinin beni konuşmaya ikna etmek mi, yoksa aramızdaki çekim mi olduğunu çözmekte zorlanıyordum. Bana çok yakındı, ve burası çok sıcaktı. "Neden benimle konuşmuyorsun?"
Derin bir nefes aldım. Onunla konuşursam, işleri yerine koymak için çabalardı. Çabalamasını istemediğimi fark ettim. Artık yorulduğumu da. Bununla başa çıkamıyordum. Hayatımda belirli bir düzen vardı ve ben bunun ellerimden kayıp yere düştüğünü, parçalara ayrıldığını hissediyordum. Sadece on yedi yaşındaydım ve bu hissin bedenimde bir yer edinmesi ne kadar doğru bilmiyordum. Mutlu olmayı hak etmiyor muydum?
"Bir evcil hayvan almalıyım," diye fısıldadım. Kendi kendime konuşuyordum, fakat onun da duyuyor olduğunu bilsem dahi umursamıyordum. Siktir et gitsin. İşte böyle. "Bir köpek olması güzel olurdu. Golden, ha? Sadık olurlar. Fazlaca uysaldırlar da. Ah, kimi kandırıyorum? Ben hayvan cinslerinden anlamıyorum ki."
Birkaç saniye geçti ve Tristan'dan, "Ne?" şeklinde, boğuk bir ses çıkardı. Ardından beni bel boşluğumdan tutup geri çevirdi ve, "Ne diyorsun sen?" diye sordu. Yüzünde karma karışık bir ifade vardı.
Dayanamayarak, kahkahayı bastım. Ne kadar rahatsız edici olduğu umurumda değildi. Neden olsundu ki? Artık gizli saklı hiçbir şeyim kalmamıştı; kahkahamı saklamasam ne yazardı?
"Katniss..." Kahkahalarım bitip, yüzüm rahatsız bir ifadeye bürününce konuşmaya başladı. "Canını ne sıktı? Anlat bana, güzelim."
Ve sonra ağlamaya başladım. Nedeni dengesiz ruh geçişlerim değildi, ya da artık ruhumu hissedemiyor olmam. Sebebi bana o sihirli kelimeyi söylüyor oluşuydu. O kelimeyle, duvarlarımı bir vinç ile yıkıp geçiyordu.
"Neden?" diye sordum, göz yaşlarım arasında. "Neden sadece bir saniyeliğine senin yanında sessizce oturmama izin vermiyorsun? Sadece senin yanında bu kadar kendim gibi hissediyorum ve sen bunu yapmama izin vermiyorsun." Ellerimle göğsüne vurdum. "Senden nefret ediyorum."
Elleri yanaklarımı buldu. Elmacık kemiklerimi parmaklarıyla sildi fakat göz yaşlarım dinecek gibi değildi. "Benden nefret etmiyorsun," dedi. "Bunu söyleme. Seni üzenin ne olduğunu bile bilmiyorken beni suçlama. Anlatmazsan nasıl yardım edebilirim?"
Burnumu çektim ve sırtımı duvara yasladım. Aklım bulanıktı. Bu, ben değildim. Ben gibi hissetmiyordum. "Yardım edebileceğini nereden biliyorsun?" Gözlerinin içine baktım ve fısıldadım: "Artık herkes gerçeği biliyor. Herkes bu lanet yatak arkadaşlığını öğrendi!"
Bana sessizce, dudakları hafif aralık şekilde bakarken, omuzuna çarparak yanından geçtim. Her şeyin bittiğini anlama vakti gelmişti. Onunla geçirebileceğim bir saniye daha düşünemiyordum. Ama ne vardı biliyor musunuz? Bu yanlış, her ne olursa olsun, bana hâlâ olması gerekiyor gibi geliyordu. Bu yanlış olmadan, o yanımda olmadan kendimi nefes alırken hayal edemiyordum.
"Saçmalık." Ben yatağın kenarına çöktüğüm sırada konuştu. "Onların bir çift lafında bu kadar dağılabilecek kadar saf olduğunu asla düşünmezdim." Geri dönüp bana baktı. "Cidden, Hamilton... Cidden bu kadar saf mısın?"
Derin bir nefes aldım ve gözlerimi ayaklarıma diktim. Ne cevap vereceğimi bilmiyordum. "Eskisi gibi olamama düşüncesi ödümü patlatıyor," diye itiraf ettim. Gerçekleri en kısa bu şekilde özetleyebilirdim. Artık ağlamak istemiyordum. Fazla konuşmak dengemi bozuyordu.
Adımladı, yatağıma yaklaşıncaya dek. Ardından ayaklarımın dibine çöktü ve bana aşağıdan baktı. Gözlerini bakmakta zorlanıyordum ama orada yumuşak bir ifade bulunduğunu biliyordum. "Bir gün seni alacağım ve götüreceğim. Geçmişe. Yirminci yüzyıla. Bana öyle bakma. Cidden, yapacağım... Yeterince geçmişte olduğuna ve bununla mutlu olduğunu anladığım zamana dek. Orada aptal insanlar olmayacak. Orada kimse seni üzemeyecek."
Kıkırdadım. Aynı anda bir damla yaş sağ gözümden elime düştü. "Bunu nasıl yapmayı amaçlıyorsun? Zaman makinası?"
Gülümsedi. "Kalbimle."
Ellerini belime koydu, aynı anda avuç içlerim yanaklarına indi. Bunu seviyordum; ne zaman aramızdaki bu şey yoğunlaşsa, kendimizi aniden gelişen bir eylemin içinde bulunuyorduk. Sırtımı yatağa yaslayıp, üzerimdeki varlığını hissederken tam olarak bir şey düşünemiyordum. Bunda hâlâ yeterince iyi değildim ve dikkatim tişörtünün açıkta bıraktığı tenine kaymıştı bile.
"Eh," dedi, başını iki yana sallayarak. "Bunu yapmamalıyız." Ellerini belimden çekti ve vücudunu yanıma attı.
"Ne?" Kaşlarımı çatarak, dirseklerimin üzerinde doğruldum. "Neden?" diye sordum. "Ne zaman sana yapmamamız gereken bir zaman olduğunu hatırlatsam beni bunu yapmaya ikna ediyorsun."
Güldü. "Öyle yapıyorum, değil mi?" Biraz doğruldu ve burnunu benimkine değdirdi. "Birincisi, hormonlarımı artık kontrol edemeyeceğim kadar çok uyarmaya başladın." Sırıttım. "Ve ikincisi, merdivenden ayak sesleri geliyor."
"Ne?"
Bir şey daha söyleyemeden, odamın kapısı açıldı. Arkamı dönüp kim olduğuna baktığımda, görmeyi beklediğim kişi Michael değildi. Görmeyi istediğim kişi de o değildi.
"Hey," dedi Michael, gülümseyerek içeri girerken. Elleri ceplerindeydi ve üzerinde metal bir müzik grubu tişörtüyle kot çeketi vardı.
"N'aber, Daniel Desario?" Tristan kaşlarını kaldırarak, doğrudan Michael'a baktı.
Michael güldü. "Onun sen olduğunu düşünüyordum. Gerçekten benziyorsunuz." Michael çalışma masamın önündeki sandalyeyi kapıp ters şekilde oturdu ve yatağın üzerinde amaçsızca oturan biz iki salağa baktı. "Yani siz çocuklar... Bir ilişkide misiniz? Yoksa hâlâ 'sadece arkadaş' dönemi ayakları mı?"
Michael'a bakmak beni yoruyor, sinirlendiriyor, ve duygusuzlaştırıyordu. Aptal bir kâbusun beni böylesine değiştirmesine izin vermemeliydim. Sadece... Ona tatlı enişte Mikey gözüyle bakamıyordum artık.
Tristan elimi tuttu ve parmaklarımızla oynamaya başladı. "Şey, öyle de diyebilirsin sanırım."
Michael ayağa kalktı ve başını salladı. "Güzel. Adınıza sevindim, çocuklar. Katy, bir ara Esther'in yanına uğra. Fazla bitkin görünüyor, hastaysa ona çorba yapacağım." Başımı salladım ve odamdan çıkmasını izledim. Kapı kapanmıştı fakat seslendiğini duyduk: "Korunun!"
"Ah, Tanrım!" Utançla, kıkırdayarak alnımı Tristan'ın omuzuna gömdüm.
Tristan da benim gibi gülüyordu. "Ciddi olacak olursam; bunu bana hatırlatmayı ihmâl etme, Hamilton. O sırada kafamın yerinde olacağını sanmıyorum."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Bad Bed Friends // Evans
FanfictionKate, Evansların sahip olduğu lisedeki en sıradan kızdı. Tristan onu bulduğunda, artık hayatında sıradan olan hiçbir şey olmadığını fark etmesi uzun sürmeyecekti.