SEKİZ🔫

3.6K 741 23
                                    

Kül yağıyordu üzerime.
Rengi Küller gibi soluk gri değildi.
Kana bulanmış Küller yağıyordu üzerime. Saçlarıma yapışan kanlar damlayıp yere düşüyordu. Kanlı kar taneleri gibi kaygandı.
Gözlerim dehşetle yer aldığım çorak toprak parçasını izliyordu.
Sanırım gri toprakları olan bir adadaydım. Her yer ve her şey griydi. Bir tek yağan küllerin rengi vardı.
Deniz hareketsizce duruyordu,
yeni ütülenmiş düz bir çarşaf gibiydi.  Koca volkandan tüm adaya kanlı küller yağıyordu. Ağaçlardan ve kayalardan yere kan damlıyordu.   Tüm ada kana bulanıyordu. Şaşkın ve korkuyla ilerlemeye başladım, bastığım her yerde kan vardı.
Garip bir şekilde gece olduğunu seziyordum lakin her şey gözlerimin önünde açıktaydı. Ay dahi kana bulanmıştı.
Etrafıma korkuyla bakınıyordum; her an, her yerden bir tehlike çıkacakmış gibi temkinliydim. Açıkçası korkuyordum. Bu küller de neydi böyle?
İşte aynı karartı.
Bu sefer benimle oyun oynamıyordu. Tam karşımda dikiliyordu.
Kafasından aşağıya kanlar damlıyordu. Duruşunda tehlike gizliydi, bu soğukluk uzaktan oldukça net anlaşılabiliyordu.
Ona yaklaşıyordum.
Neden bilmiyordum am kendimi ona doğru giderken buldum.
Ve onun yanındaydım.
Yüzü oldukça tanıdıktı, kanlara bulanmış hâli dahi oldukça güzeldi. Ona dokunmak istiyordum.
Hafifçe eğdiği kafasını kaldırıp yüzüme baktı.
Bu koyu gözler ve sert bakışlar...
Bu çocuk Çağlayandan başka kimse değildi.
Elleri bileklerimi sertçe kavradı ve beni hızla kendisine doğru çekti. Şimdi yanyanaydık.
Gözlerimin içine bakıyordu, yine aynı sert bakışlar.
İliklerime dek titredim, kalbimin hızla atışları buradan duyulabiliyordu. Gözlerini gözlerimden ayırmadan kafasını yavaşça eğmeye başladı. Sanırım ne yapacağını gayet iyi biliyordum. Kanla ıslanmış dudaklarım titredi.
Bayılmamak için kendimi zor tutuyordum.
Dudaklarımızın birleşmesine az bir mesafe kalmıştı. Kendimi ağır çekim bir filmdeymişim gibi hissediyordum. Yaklaştı, yaklaştı ve yaklaştı. Dudaklarımız birbirine kavuşamadan kan gölüne döndü dünyam ve sıçrayarak uyandım. Artık gerçek dünyadaydım ve ne kan vardı, ne de Çağlayan. Sadece olabildiğince gerçek olan Karanlık vardı yanımda. Yine Merhaba Karanlık.

Hep böyle olurdu, uykum gecenin bir yarısı kesilir ve geri gelmemek üzere ayrılırdı benden. Sanırım bu duruma da alışyordum.
Her ne kadar yalnız olsam da gerçek dünyada olmak güzeldi. Rüyalar bir farklıydı; bilinçaltının tüm namahrem şeyleri orada ayan beyan ortadaydı. Bu durumu sevmiyordum, mahremlerimle tekrardan yüzyüze gelmek iyi hissettirmiyordu.
Kendimi Çağlayanı düşünürken yakaladım. Derhal kovuşturdum bu düşünceyi zihnimden ve onu bir daha düşünmeyi yasakladım kendime. Aşık olmak yoktu artık kitabımda. Birbirini delice seven aşıklar sadece romanlarda olurdu. Gerçek hayatta işler oldukça farklıydı. Toz pembe Amerikan dizileri değildi hayat; acısısıyla, tatlısıyla hem karanlık, hemde aydınlıktı.
Neden bu kadar çok düşünüyordum ki ben?
Bunun yerine tekrar uyumayı denemeliydim veya dışarı çıkıp temiz havayı bol bol içime çekmeliydim. Çok düşünmek bir yerden sonra zararlı olabiliyordu aslında. Sonra bir gün gazete haberlerinde Çok düşünmekten kafayı Yedi diye yeralan talihsiz kız olmak istemiyordum.
Evet, kesinlikle çıkıp bu koca ormanın temiz havasını bol bol içime çekecektim. Şehrin tüm toz ve isini söküp atacak derin derin soluyacaktım mis gibi hüzün kokan son bahar havasını.

Çadırımın fermuarını sonuna kadar açıp dışarı çıktım. Kafamı dışarı uzatır uzatmaz terden nemlenen yüzüme serin havanın rahatlatıcı etkisi çarptı. Bu şimdiden iyi gelmişti bile.
Eee şimdi ne yapacaktım? Ben oldukça tehlikeliyim diyerek bana göz kırpan ormana dalıp uzun bir yürüyüşmü yapacaktım? Yoksa sönmeye yüz tutmuş ateşin başında oturan kişinin yanına gidip oturacakmıydım? Galiba en az tehlike içeren tarafı seçecektim. Bu vakitte ormanda ne olur bilinmez.
Yavaşça geçip oturdum. Kafasını eğmiş yere bakıyordu. En az rüyamda gördüm kadar güzeldi. Puslanmış gözleri bir şey arar gibi kıpırdanıp duruyordu.
"Yinemi kabus?" diye sordu kısık bir sesle. Sanırım kafamı sallasam görmezdi.
"Evet," dedim çatallaşmış sesimle. Genelde hep böyle olurdu.
"Peki sen niye uyumuyorsun?"
Sesim bu sefer düzgün çıkabilmişti.
Veya ben öyle olduğunu zannediyordum.
"Sanırım vicdanım beni uyutmuyor."
Sesi yaralı bir insanın sesi gibiydi. Bu duyguyu pek bilmezdim ama tam olarak ne hissettiğini anlayabilirdim. Yalnızlık ve acıyı gayet iyi bilirdim oysa.
"Anlatmak istermisin?"
Pek iyi bir dinleyici olabilirdim. Belki sorunlarını çözemezdim ama konuşmak ve dinlenilmek acıyı hafifletirdi. Biraz dahi olsa içinin rahat etmesini sağlardı.
"Hayır," dedi oldukça katı bir ses tonuyla. Yüzü gerilmiş ve kaşları çatılmıştı. Onu anlaya bilirdim. Kesinlikle bu duyguyu iyi bilirdim. Yerinden kalktı ve yüzüme baktı. Ah bu bakışlar beni öldürüyordu.
Çekip gitti, çadırına girip gözden kayboldu. Bu kadar katı olmak zorundamıydı? Gerçekten anlayamıyordum. Dengesiz insanlar hiç hoşuma gitmezdi. Ruh hali dengesiz, şizofren.
Oysa kötü bir şey yapmamıştım. Anlatırsa rahatlayacağını umuyordum.

KÜLLERHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin