YİRMİ SEKİZ

63 10 6
                                    

Sıçrayarak yerimden doğruldum. Hâlâ ağlıyordum. Kâbusun etkisi hâlâ geçmiş değildi. Bana teselli olacak bir varlık aradım ama yoktu. Oysa ki buna son zamanlar çok alışmıştım. Korku dolu kâbuslardan her uyandığımda Çağlayanın yanımda olmasına, yüzümü okşamasına ve nefesinin tenime değmesine o kadar çok alışmıştım ki bu bende tarifi imkansız bir boşluk bırakmıştı.
Yalnız başımaydım, en azından bunu kavrayabiliyordum. Bunun için daha sakin ve güçlü davranmalıydım. Sonuçta Çağlayan her zaman yanımda olmayacaktı. Nasıl daha önce bunların üstesinden gelmişsem, şimdi de üstesinden büyük bir ustalıkla gelmeliydim.

Dağılmış saçlarımı sağ elimle geriye doğru ittim. Ah Tanrım, bir an önce banyo yapmalıydım, pislik içerisinde boğuluyordum resmen.
Her zaman olduğu gibi terlemiştim, kirliydim ve bu iki his oldukça gerilmeme neden oluyordu.
Boş boş etrafıma bakınmaya başladım. Karanlık vardı lâkin rüyamda gördüğüm karanlık kadar zalim değildi.

Bu karanlık, sönmeye yüz tutmuş ateşin ışığıyla yumuşamıştı. En azından etfımda nelerin olup bittiğini kestirebiliyordum.
Çağlayan daha gelmemişti. Ben ne zamandan beridir uyuyordum ki? Bir kaç saat mi, yoksa bir kaç  dakika mı? Her halükârda Çağlayının yine de gelmiş olması gerekiyordu. Ateş o gittiğinde ve ben yatmadan önce hâlâ yanıyordu ama şimdi sönmeye yüz tutmuştu. Bu uzun bir zamanın geçtiğini gösteriyordu.

Kalbim korkuyla atmaya başlamıştı. Hızla ayağa kalktım. Bir şeyler yapmalıydım.

Dışarı çıkmalı mıydım? Çıkıp onu aramalıyım! Tanrım, ya başına bir şey gelmişse, ya bir hayvanın saldırısına uğramışsa?
Ağlamayacaktım ama yalnız kalma duygusu ve Çağlayanı kaybetme düşüncesi oldukça kötüydü. Tüm bunlar ağlamamı tetikliyordu. Hayır, ağlamayacaktım!
Mantıklı düşünmeliydim. Kahretsin! Bir şeyler, mantıklı şeyler düşünmeliyim!.
Kafayı yemiş gibi bir sağa, bir sola volta atıp duruyordum. Ellerimi saçlarıma geçirip sıkmaya başladım.

Çıkmalı mıyım, dedim kendi kendime. Bu harabeden çıkıp onu aramalı, bulmalıydım.
Ya çok geç kalmışsam, onu kaybetmişsem?! Ah, Hayır. Onu kaybetmedim ve kaybetmeyeceğim.

Gece tüm albenisini kaybetmiş, bir heyula gibi üzerime çökmüştü. Bunalmış ve acayip derecede korkmuştum. Zamanın nasıl ilerlediğimi bilmiyordum ama tahminlerime göre yarım saattir bu karanlık odada, gözlerim aynı yere sabitlenmiş bir şekilde bekliyordum. Düşünemiyordum. Ne yapacağımı daha bilmiyordum. Ağlamak istiyordum ama buna pek enerjimin kaldığına şüpheliydim.
Üzerimden milyonlarca yıl geçmiş gibiydi. Yorgun ve çökmüş bir haldeydim. Daha fazla macera ve kan görmek istemiyordum. Sadece Lanet Şehir merkezine ulaşıp evime, o sıkıcı yere tekrar dönmek istiyordum.

Bunu başıma tüm bunlar gelmeden asla bilemezdim ama o evi ve kasvet kokan odamı özleyeceğim aklımın ucundan geçmezdi. Aslında oradan kurtulmayı, sonsuza dek gelmemeyi ne de çok istemiştim. Şimdi her şeyden bıkmış ve tükenmiş bir şekilde evime dönmek istiyordum.

'Kalk ayağa, seni Kaltak,' diye haykırdım zihnimin yorgun tarafına. Burada, şimdi, Çağlayanı yüz üstü bırakamazdım.
Onu bulacaktım, onu alacak ve kurtulacaktık bu lanet ormandan.
Hızla ayağa kalktım. Onu bulmak için her şeyi yapacaktım. Buradan asla tekbaşıma çıkmayacaktım. Ya Çağlayan ile çıkacaktım, ya da hiç çıkmayacaktım.

Bu döküntünün girişine kadar gittim ve dışarıda kopan kıyametin sesini dinledim. Ağaçlara çarpan rüzgar uğulduyor, ay gök yüzünden akıp dünyaya dökülüyordu. Karanlık olacaktı bu gece, simsiyah ve keder kokan...
Eğilerek girişten dışarıya doğru sürünmeye başladım. Her şey dışarıda bir yerde olup bitiyordu. Kuyamet oralarda kopuyor, en büyük acılar dışarıda, bu korkunç ağaçlar ardında işleniyordu.

KÜLLERHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin