Açılan gözlerle hemen "Nasıl? Zehirlersek yarışmadan eleniriz!" dedim.
Daha bir dikkat kesilmiş halde.
— İşte bu noktada sana çok fazla iş düşüyor. Bir taraftan zehir verdiğimiz insandan bizi saklamalı, bir taraftan onun zehirden ölmesine engel olacak kadar yakın olup, iyileştirme sihri yapmalı bir taraftan onu takip etmelisin.
— Peki nasıl zehirleyeceğiz onu. Hiç zehrimiz yok ki.
— Yanımızda zehir olması gerekmiyor. Elbet bu dünyada da zehirli canlılar veya bitkiler vardır.
— Hangi canlının veya bitkinin zehirli oluğunu nasıl anlayacağız?
— Buradaki bitkiler bana da tamamen yabancı. O yüzden burada daha kolay bulabileceğimizi düşündüğüm yılan ve akrep gibi zehirli canlıları arayacağız.
Bulduğumuz yerleşim yerinin yakınındaki dağın eteklerine doğru gidip kızgın güneşin altında taşları kaldırıp kaldırıp altında akrep ve yılan var mı diye bakmaya başladık. En sonunda büyük genişçe bir taşın altında bir akrep bulduk. Akrebi sihirli bir küreye hapsettim. Dağdan aşağı inerken karşılaştığımız yılan ise tam olarak işin bonus kısmıydı. Onu da küreye hapsedip görünmezlik sihri yaptım ikimize ve köyün yolunu tuttuk. Köye geldiğimizde artık öğleni devirmiştik. Köy ve dağ arasındaki ilk evin kenarında bulunan ocağın etrafında üç kişi toplanmış konuşuyorlardı. Küreyi iyice sallayıp akrebin iyice kızdığından emin olunca küreyi orada oturanlardan birinin hemen elinin yanına bırakıp açtım. Küre açılır açılmaz içinde bulunduğu koşullara artık isyan ettiğini düşündüğüm akrep, yanına bırakıldığı savaşçının elini soktu. Elini aynı hızla çeken savaşçı akrebi görür görmez, aynı elle üstüne avucunun tüm açıklığı ile vurdu. Ezilen akrebi ateşin kenarına koyup yavaş yavaş kızartan adamın kızarttığı akrebi yerken gülerek bir şeyler anlatması baya sinir bozucuydu. Akrebe karşı bağışıklık kazanmış olmalıydılar. Yılanda da aynı durumun olmamasını umarak son kozumuz olan yılanlı küreyi çıkardım. Küreyi biraz sallayıp, savaşçının yakınına yollayıp açtım. Çılgına dönmüş yılan serbest kalır kalmaz yanındaki adamın koluna kendini atıp kolu soktu; ama oradan ayrılmak yerine soktuğu yeri bırakmadan hızlıca kola dolandı. Kolundaki yılanı görünce adamın gözlerinde ortaya çıkan şaşkınlık, dehşet ve geriye doğru sıçrayış durumun akreple yaşanan durumdan çok farklı olduğunu anlatmaya yetiyordu. Adam yığılıp yere düştüğünden şaşkınlığı ve tepkisi de çok süremedi. Durum gerçekten de hiç iç açıcı görünmüyordu. Arkadaşlarının durumunu fark eden diğer iki savaşçıdan biri yerinden kalktığı gibi köyün içine doğru koşmaya başladı. Diğeri çaresizce yerdeki adama bakıyordu. Yerdeki adamın ağzı köpürmeye başlayınca daha bir dakika dolmamış olmasına rağmen durumun düşündüğümden daha vahim olduğunu fark ederek görünmezlik sihrini kaldırıp ellerimi havaya kaldırıp yavaşça onlara doğru gitmeye başladım. Beni gören savaşçı yanındaki mızrağa uzandı. Ben, anlamadığını bile bile "Hayır, hayır!" deyip kendimi ve yerdeki adamı işaret etmeye başladım. Adam kararsız kalmıştı. Onun bu kararsızlığından faydalanıp sürekli onlara yaklaşıyordum ve bu arada da sürekli kendimi ve yerdeki adamı gösteriyordum. Adamın yanına gelip çökünce iki elimle de sihirli küreler oluşturmaya başladım. Biri mavi biri beyaz olan bu kürelerin biri iyileştirme biri saldırı içindi. İlk önce tamamen adamın koluna dolanmış olan yılana saldırı küresini dokundurdum. Kürenin değdiği yılan kendinden geçip gevşemeye başlayınca başından tutup aldım ve attım. Yanı başımda çaresizce duran savaşçı hızla yılanın olduğu kısma geçerek elindeki mızrakla yılanın başını kopardı. Artık ne kadar korkuyorlarsa nefes alması bile sorundu. Diğer küreyi adamın kolunda bulunan etrafı şişmiş ve morarmış iki deliğin olduğu yere koydum. Benim sihrim ile beraber adamın ağzında ki köpürme dursa da vücudu giderek siyaha dönüyordu. İkinci iyileştirme sihrini yapıp adamın koluna koydum; ama vücudundaki bu kararmayı bir türlü durduramıyordum. Bir ara adamın göğsüne bir elin uzandığını fark ettim. Düz beyaz bir taşı adamın göğsünün üstüne koyan el, orada kalınca elden yukarı doğru çıkarak bu kişinin kim olduğuna baktım. Bu, bize el kol hareketleri yapan beyaz saçlı adamdı. Etrafımızı da Kum'la beraber neredeyse köydeki herkes çevirmişti. Yerdeki adama o kadar yoğunlaşmıştım ki insanların etrafımızda toplandığını bile fark etmemiştim. Benim sihirli kürem ve taş hala etkiyi durdurmakta zorlanıyordu. Yaşlı adama elindeki taşı gösterip elimi daha yok mu manasında salladım. Çünkü beyaz olan taş neredeyse siyaha dönmüştü ve hissettiğim kadarıyla etkisi neredeyse bitmek üzereydi. Elini dağdan yana sallayan adamdan çıkarabildiğim taşın dağda olduğunu anlatmaya çalıştığıydı ya da söylediklerini yanlış anlamıştım. Ben üçüncü bir iyileştirme sihri daha yapıp küreyi yerdeki adamın koluna dayayınca gözlerin dağa doğru bir bekleyişte olduğunu fark ettim. Ben, dördüncü küreyi oluşturup da bende ancak beşinciyi oluşturacak kadar güç kaldığında dağ yönünden bir adamın koşarak geldiğini fark ettim. Adam, elinde tuttuğu birkaç beyaz taşı yaşlı adama verdi ve o da taşları adamın göğsüne koydu. Bu taşlarla beraber adamın rengi yavaş yavaş düzelmeye ve adam kendine gelmeye başladı; ama hala konuşacak, yerinden kalkacak takati yoktu.
Artık bize karşı herhangi bir saldırganlıkları kalmamıştı. Ne de olsa onlardan birini kurtarmıştık. Aslında o an içimde yaptığım kötü şeyin iç sıkıntısı ve vicdan azabı vardı. Oynadığımız oyun neredeyse birinin ölümüne bizim de yarışmadan elenmemize neden oluyordu. Ama hala sorunumuzu çözememiştik. Panzehir taşı gerçekten de adının hakkını veriyor ve tahmin ettiğimiz gibi zehri etkisiz hale getiriyordu; ama hala elimizde o taştan yoktu.
Benim böyle takıntılı bir şekilde taşa baktığımı fark eden yaşlı adam artık işe yaramayan, kendisinin ilk olarak bıraktığı siyah taşı bana uzatınca gülümsedim. Duyduğu minnetin ifadesi olarak taşı istediğimi fark ettiği için taşı bana veriyordu. Ben yüzümde minnet dolu bir gülümseme ile onun beyaz saçlarını gösterip taşı işaret ettim. Adamın yüzündeki gülümseme büyüdü ve yerden kalkıp beni takip edin tarzında bir el hareketiyle dağa doğru yürümeye başladı. Kum, dingo ve ben usulca yaşlı adamın arkasından dağa doğru yürümeye başladık. Bizim dolaştığımız yerlere yakın bir yere gelince yaşlı adam, büyük kayaların arasından dağa doru tırmanmaya başladı. Beş dakikalık bir tırmanıştan sonra iki büyük kayanın arasındaki ilk etapta fark edilmeyen bir boşluktan dağın içine doğru girmeye başladı. Hafif bir su serinliğinin hissedildiği bu boşluktan on beş metre ilerledikten sonra boşluk yerini devasa nereye uzandığı belli olmayan bir mağaraya bıraktı. Mağaranın zeminindeki ayak bileğini geçmeyen suyun içinde parlayan beyaz taş parçaları tüm mağarayı aydınlatıyor ve mağaranın duvarlarındaki renkli taşların parıl parıl parlamasını sağlıyordu. Suyun içine giren yaşlı adam, suyun içinden beyaz bir taşı alıp bize uzattı ve suyu gösterdi. Galiba bu ne kadar istersek o kadar alabileceğimiz anlamına geliyordu. Suyun içinden aldığım dört beş taşı koruma kürelerimin içine hapsedip çantama koydum.
Kum'a döndüğümde kapı ortaya çıkmıştı. Ama hala kendimi kötü hissediyordum. Kendimi toparladığım için iyileştirme sihri yapıp bu sihri on üç ufak küreye koydum. Adama yılan taklidi yapıp küreyi gösterdim, öksürdüm küreyi gösterdim, kolumu keser gibi yapıp küreyi gösterdim ve küreleri yaşlı adama verdim. Adam ne dediğimi anlamış olacak ki gözleri parıl parıl parlıyordu. Ben de en azından içimde ki o vicdan azabından biraz olsun kurtulmuştum. Kapıya yöneldiğimde kapıda mantar poleni yazıyordu. El izlerimize dokununca kapı açıldı ve yeni görev için kapıdan geçtik.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
13. KAPI - FIRTINA
FantasyKitaplara düşkün Rüzgar'ın bir pazar günü kütüphanede kitap okurken açılan mavi kapıyla başlayan; büyüyle, sihirle, canavarlarla dolu on üç etaplık fantastik yolculuğu farklı dünyalara, farklı ırklara ve daha zorlu görevlere uzanarak devam ediyor.