"Nasıl bu kadar delirebildin,
sevgili nişanlım?"
Sinirli ve buz gibi soğuk sesi tüylerimi diken diken yapmıştı. Oysaki o Komiserin sesi; karnımın burkulmasına, kalbimin bir kuş gibi çırpınmasına neden olmuştu.
Ne saçmalıyordum? Niye Berat'la, daha adını bile bilmediğim bir adamı kıyaslıyordum ki?
Kendime gelip, en az onun kadar soğuk olan sesimle cevap verdim.
"Ne saçmalıyorsun sen?"
Burak, sarıya çalan gür kaşlarını çatmış bana bakıyordu. Muhtemelen şu an içinden, 'Bu pezevenk yine ne diyor?' diye geçiyordur. Açıkçası ben de öyle geçiriyordum.
"Rüya'yı bıçaklamışsın? Nasıl bu kadar delirebildin, diye soruyorum!" Diye kükrediğinde, istemsizce yerimden sıçradım. Sesi kulağıma ince, kulak zarımı delebilecek bir siren sesi gibi gelmişti. Gözlerim sanki, akına acı biber sürülmüş gibi yanmaya başladı. Dolan gözlerim altında bulanık gördüğüm için gözlerimi sıkıca kapatıp kendime gelmeye çalıştım. Bana inanması, destek olması gerekirken bunu söyleyecek kadar emin olması; beni suçlamak için araması, sabrımın son kırıntılarını elimin tersiyle mantığımdan aşağıya yuvarlamama neden oldu. Hızla ayağa kalktığım da sandalyenin yere düşme sesi duvarlarda yankılandı.
"Sen ne dediğinin farkında mısın? Ben niye böyle bir şey yapayım ki? Kendimi niye bu kadar aciz bir duruma düşüreyim? Git de biraz mantıklı düşün, Berat! o zamana kadar beni arama, sorma. Sana ihtiyacım yok!"
Telefonu kapattıktan sonra bedenimden dolup taşan, sinirle masaya fırlattım. Çay yere dökülünce, Deniz ufak bir çığlık atıp telefonu oradan aldı. Şu an hiç bir şey düşünecek hâlde değildim. Az önce düşürdüğüm sandalyeyi yerden alıp, yorgun bedenimi sandalyeye yığdım. Bunu hak etmemiştim. Bana bu şekilde davranması için, hiç bir şey yapmamıştım.
"Ona; seni terk ediyorum orospu çocuğu, demen gerekirdi." Burak'ın huysuz homurtusuyla, yanaklarım da sanki ip varmışta, çekiştiriyorlarmış gibi gerildi.
"Annesi iyi bir kadın, Burak." Diye uyardım kaşlarımı çatarak ama yine de yüzümde kırık da olsa bir tebessüm vardı. Aslında annesi iyi bir kadın falan değildi. Bana kötülüğü dokunmamıştı ama insanın içini buz eden huyları vardı. Deniz de bana bakarak gülümsedi.
"Boş ver, kanka. Kendi haline bırakmalıyız belki de." Dedi masum masum dudak bükerek. Alttan alttan Berat'a deli demesini göz ardı ettim.
"Ecrin artık bir karar vermen lazım biliyorsun değil mi?" Diye sordu içinde binlerce ceset barındıran ciddi sesiyle. Haklıydı. Az önce dalga geçerek söylediği şeyde bile haklılık payı vardı. Belki de o an bütün bağları kopartmalıydım.
Yüzüğü de mesajla gönderirdin!
Diyen mantıklı iç sesimin önünde saygıyla eğildim. Dört senelik ilişkime, onca yaşanmışlığa bir telefon görüşmesiyle son veremezdim. Berat'ı düşünmem saçma olsa da; bu ona da, bana da, anılarımıza da, çok büyük bir haksızlıktı. Yaşanmış bir mâzinin üzerine toprak atmak kolay değildi. Belki aramanız da aşk yoktu -en azından benim yoktu- ama yine de onlarca anı vardı. Bizi, birbirimize bağlayan ucu bucağı olmayan bir kelepçe vardı parmağımız da.
Migrenimin geçmesiyle gözlerimin altına ağırlık çökmüştü. Dinlenmem lazımdı. Burak'a kısık gözlerle bakarken cevap verdim
"Tamam, enişte. Farkındayım ama şu an konuşmak için uygun bir zaman değil. Sonra, Olur mu? Şimdi dinlenmem gerek."
Bana içten bir tebessüm yollayan ağabeyime sadece bakmakla yetindim. Tebessüm etmeye gücüm yoktu. Ayağa kalktığım da, Deniz'de benimle beraber kalkınca ona iyi olduğumu belirten bir bakış attım. Artık ne kadar başarılı olabildiysem. Odama geçtiğim de, Üstümdekilerle kendimi yatağa atıp yorganın altına girdim.
Yarın Berat'ın yanına gidecektim. Bu süreci uzatmam ikimize de fazla zarar verirdi. Ama... Anneme, babama... Onlara ne diyecektim? Babam, beni Sivas'a geri götürmeye kalkarsa? Yapar mıydı? Hayır! Babam, kesinlikle öyle biri değildi. Belki bağırır çağırır küserdi ama eğitimime, hayallerime engel olmazdı. Ama Sivas'takiler? Herkes arkamdan atıp tutardı.
İnsanlar benim hakkımda konuşmasın diye, babam utanmasın diye Berat’tan ayrılmayacak mıydım?
Yapamazdım. Babam beni affederdi. İnsanların ne dediğini oldum olası umursamazdım. Babam da umursamayacaktı. Benim için yapardı bunu. Belki bir süre ona söylemezdim ama sonra, tatile gidince mantıklı bir açıklama getirirdim. Evet, Öyle olacaktı. Başka bir çarem yoktu. Sanki karanlık bir girdaba düşmüşüm de o girdap her an beni içine çekiyormuş gibi geliyordu. Her insanın öyle hissettiği anlar olmuştur muhakkak. Kafan karışır, gözlerin boşluğa dalar, sanki boğulacakmışsın gibi hissedersin, nefesin kesilir. Şimdi de aynı durumdaydım işte. İçimde ki sıkıntı, demirden pençeleriyle boğazımı sıkmış bırakmıyordu. Berat'la ayrıldıktan sonra daha büyük bir boşluğa düşecektim belki ama en azından bunun devamlılığı olmayacaktı. Bir gün, iki gün, belki üç gün... Gerisi yok. Bir kaç kere zihnimde eski anılar canlanırdı belki. Onunla güldüğüm, mutlu olduğum, bana huzur verdiği anlar. Bu anların yok denecek kadar az olması bana kolaylık sağlardı. Gerisi çabuk geçerdi. Yalnızlık belki beni kucağına çekip sıkı sıkı sarmalardı, daralırdım, bunalırdım belki bu ilgiden ama bu da geçerdi. Yanımda arkadaşlarım, dostlarım varken daha da alışılabilir bir durum olurdu bu ve ben eminim ki çabuk atlatırdım.
Yorgun olan göz kapaklarımı özgürlüğe kavuşturur kavuşturmaz karanlığın içinde seçemediğim, belli belirsiz bir siluet oluştu. Sanki bir su buharı göz kapaklarımın altında ki gece boşluğuna doluşmuş; bir şekil, bir yüz oluşturuyordu. Yavaş yavaş şekillenen yüz de koyu kahveler kendine yer bulunca, gözlerim anında açıldı. Göz kapaklarımda ki yüz kısa bir an beyaz tavanda da varlığını devam ettirse de, sonra uçarak havaya karıştı. Kaşlarımı çatıp, bulunduğum duruma lânet ettim. Nereden çıkmıştı bu şimdi? Beynimin bana oynadığı bir oyun muydu? Yatağın içinde, yüz üstü dönüp kafamı yastığa gömdüm. Gözlerimin önüne tekrar bir yıkım çizilmeden, uyuyakaldım.
⚛⚛⚛
Kirpiklerim birbirine yapışmış, çözülmemek için benimle yarışıyordu. Son bir gayret gözlerimi araladım. Sarı sokak lambasının loş bir şekilde aydınlattığı karanlık oda da gözlerimi gezdirdim. Sarı ışık huzmesi halıya dökülmüş, desenler belli belirsiz belli oluyordu.
Yataktan doğrulup kollarımı iki yana açarak gerildim. Saçım kuş yuvasına dönmüştü. Onları toplamak için bir çaba göstermek bir yana yumuşaklığı hoşuma gittiği için daha çok dağıttım. Kendi kendime kıkırdadığımda, Kafamı iki yana sallayarak yataktan kalktım. Aynaya göz ucuyla bile bakmaya korkarak odadan çıktım. Oturma odasından gelen ışığı takip ettim. Yürümekten çok, ayaklarımı yere süründürdüm de denilebilir. Deniz televizyonun karşısına kurulmuş çekirdek çitliyordu. Beni fark edince, yerinden zıplayarak:
"Tövbe bismillah!" diye bağırdı. Baş parmağını ön iki dişinin altına geçirerek damağına kaldırdı.
Tekli koltuğa doğru yürürken ona son derece ciddi sesimle:
"Mal mısın?" diye sordum. O da aynı ciddiyetle bana:
"Evet?" diye cevap verdi. Tek koltuğa otururken ikimiz de güldük. Deniz bu soruyu her sorduğum da aynı cevabı verirdi. Bu da bizim değişik anlaşma biçimlerimizden biriydi. Gözüm duvarda ki saate takılınca gözlerimi büyüttüm. Saat 20.35 'di. En az 6 saattir uyuyordum. Fazla değildi belki ama ben sabahları bu kadar uzun süre uyuyamazdım. Ayrıca kaç da yattığımı bile bilmiyordum. Deniz hâlâ beni inceliyordu. Ona gözlerimi kısarak bakarken:
"İyiyim." Dedim. İlk başta neden bahsettiğimi algılayamamış olacak ki, boş boş bana baktı. Daha sonra boğazını temizleyip:
"Ona bakmıyorum," dedi. Kaşlarımı çattığımda, "Saçlarından ne istedin? " diye yanıtladı beni. Güldüm. O da güldü. Omuz silktim.
"Bu halinle de güzelsin sen." Dedi. Sadece gülümsemekle yetindim. Ekran da bir Türk dizisi vardı. Ne olduğunu pek çıkaramamıştım. Deniz'in tipik dizlerinden biriydi işte. Televizyonla aram pek yoktu. Sevmezdim izlemeyi. İçi boş bir kutu gibi gelirdi bana. Eğer Deniz olmasaydı, eve televizyon falan almazdım ama onun, dizilerle aşk yaşadığı bir gerçekti. Film izlemeyi severdim. Onların tek bir konusu vardı. Sürükleyici bir hikayesi, etkilendiğiniz bir sonu vardı. Diziler ise tamamen bu düşünceye aykırıydı. Tek bir konuyla başlar, bin konuyla, saçma sapan bir sonla biterdi. Bir tane birbirine âşık çiftle başlar, finale kadar en az 3 tane çiftle biterdi. Kitaplarda bazen öyle olurdu ama kitapları, dizilerden ayıran özellik tamamen, zihnimiz de canlandırdığımız bir olay olması. Biz kitapta ki karakterle, yiyip içiyoruz. Ağlayıp gülüyoruz. Her şeyi kendi kafamızda aynı heyecanla yaşıyoruz. En basit örneği; bir diziyi izlerken insanın ağlama ihtimâli, çok düşüktür. En azından ben ağlamazdım ama kitap okurken insan o duyguyu kendi yaşamış gibi hissettiği için istemsizce göz pınarları dolup taşar, o an ki duyguyu dolu dolu yaşar. O yüzdendir belki, dizi yerine kitap ve filmi tercih ederim.
Ekrana boş boş bakarken kulaklarımda Berat'ın sesi yankılandı. Benim yaptığımı düşünüyordu. Bana güvenmiyordu. İnsanın hayatında ki belki de en önemli şeylerden biridir güven. Güvensiz insan her zaman tetikte olur, hayattan zevk alamaz... Acaba kim onu arkasından vurur, onu aldatır, ihanet eder diye düşünür. Ama ondan önce ilişkiler de güven çok önemlidir. Ben Berat'la koca bir hayatı paylaşmayı düşünüyordum. Bana güvenmeyen, beni tanımayan biriyle ne kadar mutlu olabilirdim ki. Küçücük, çok küçük, iğne deliği kadar bir ihtimâl bile bırakmamıştı. İlişkimizi kurtarmak için tek bir bahanem kalmamıştı. Dört senelik bir ilişkim gözlerimin önünde buhar olup uçuyordu.
Kaşlarımı çattım. Lanet gözlerim yine dolmuştu.
"Deniz!" Dedim acı çeken bir sesle. Hemen oturduğu koltuktan kalkarak, dizlerim önünde çöktü. Yeşil gözleriyle çakmak çakmak bana baktı.
"Söyle kuzum." içime derin bir soluk çektim. Nefes alırken sanki boğazımı şişle deliyorlardı. Dizlerimin üzerindeki ellerini tuttum. Hemen destek verircesine sıktı.
"Ne yapacağım ben. Kendimi deli gibi hissediyorum. Dengesizleştim iyice. Ne yapacağımı şaşırdım. Bana bir yol göster be!" yeşilleri dolmuştu. Benim acımı, kendi acısı gibi sahiplendiğini biliyordum.
"Ne yapacağını benden iyi biliyorsun, canım. Kendini de, onu da kurtar bu yükten." Uzun uzun baktım küçük ama güzel yüzüne. Dalgalı sarı saçlarını at kuyruğu yapmıştı. At kuyruğuna odaklanmaya çalışarak aklıma gelen düşünceleri kovmaya çalıştım. Resmen düşüncelerimin içinde boğuluyordum.
"Ecrin!" Dedi, en yakın arkadaşım uyarır bir tonda.
"Düşünmekten kaçma. Gözlerime bak!" Deniz'le aynı bölümü okumanın, bir de yıllardır tanışıyor olmamızın zararını görüyordum. Kahvelerimi yeşillerine sabitledim. O an yeşiller parça parça yok oldu. Bir çift gece geldi gözümün önüne. Vücudumdan bir titreme gelip geçti. Belki de İçimde ki fırtına beni titretmişti. O koyu kahvelerin içinde bir kez daha kayboldum. Elim ayağım boşaldı. Öylece daldım o bir çift dipsiz kuyuya.
"Ah!" uzaklardan gelen acı dolu inleme ile kayboldu gözümün önündeki kuyu. Yerini acıyla kısılan yeşiller aldı. Elimin içinde sıktığımı fark ettiğim yumuşak dokuyu gevşettim. Deniz acısına rağmen elin çekmedi.
"Ecrin! Sen iyi değilsin. Berat haricinde başka bir şey var. Ne oldu sana?" Deniz'in hiddetli sözleri beni kendime daha çok getirdi. O an aklıma gelen şeyi direk dilime döktüm ne kadar yanacağımı umursamadan.
"Deniz, insan âşık olduğunu nasıl anlar?"
ŞİMDİ OKUDUĞUN
BENİ KALBİNE HAPSET: GECE
Romance"Biz; seninle, neyiz biliyor musun, Hediye?" Diye mırıldandı, kirpiklerine geceyi astığım adam. Omurgasının altında ruhumun zevahirini taşıyan, ihtilâlim. Sertçe yutkunup, biraz daha sokuldum gecemin sıcak sinesine. Hemen sardı bedenimi sanki bunu b...