45. BÖLÜM: "İZ"

570K 17.8K 77.6K
                                    

                    

45. BÖLÜM: "İZ"

Yılanın gölgesi, saklandığı karanlığın içinde koyu bir iz bıraktı.

         Yılan, saklandığı yerden çıktı.

         Geçmiş, kumdan bir kale gibi önüme yıkılmaya başladığında, uzun zamandır susturduğum gücümün aslında ne kadar büyük olduğunu fark ettim. Bir soyun lideriydim, zehrin özünü kanımın içinde taşıyor ve kanı taşıyan damarın sahibi olmama rağmen bu zehir tarafından öldürülmüyordum. Ben zehrin sahibiydim, ben yalandım; ben zehrin kuluydum, ben gerçektim. Kafamı kaldırıp zehrimle büyüttüğüm yılan sürüsüne baktım, göğüslerimden ağızlarını dayayıp içerek beslenecekleri o süt akmaya başladı.

         Romanın sayfaları hızla çevrilmeye başladı, romanı yazan parmakların sahibi bir satırın üzerinde dolandı ve o an, karların arasında kara bir atın yelesinin ihtişamlı sesi yankılandı; at, ormanın içinde, ayaklarının altındaki karları savura savura özgürce koşturuyordu.

         Kardeşime baktım.

         Koyu renk saçları darmadağın görünüyordu, onunla göz göze geldiğimizde geçmiş üzerimize çöktü ve gelecek, temelini ikimizin üzerinde attı. Dudaklarım aralandı, Miraç'ın da dudakları aralanmıştı. O an, bu gördüğümün yine benim uydurduğum rüyalardan biri olduğunu düşündüm ama bir rüya, kalbimi bu denli yakıp kavuramazdı.

         Miraç'a doğru bir adım attım, sarsak adımlarla bana doğru yürümeye başladığında, gözlerinde dehşetin ayak izleri vardı. Kafamın içinde bir kadın elindeki kristal kadehleri duvara fırlatıyor, kadehler duvarda parçalanıyor ve parçalanan kadehten şarap gibi görünen o kan akmaya başlıyordu.

         "Miraç," diye fısıldadım önce, sesim güçsüzdü; hastane odasında babasının ölümünü izleyen küçük bir kız çocuğunun dua ederken ki fısıltısı gibiydi, dualarla örülmüş, Tanrı'ya sığınmıştı; Tanrı ise, duaların ördüğü yeleğin içine küçük kızı sarmış, babasını ondan ayırmıştı. Tanrı'nın sırtımda bıraktığı elin izini hissettim ve bu kez, "Miraç!" dedim daha güçlü bir sesle. Sonra bağırdım, tüm gücümle, "Miraç!" diye inlettim ormanlık araziyi.

         Gözlerimden sicimle inmeye başlayan yaşlar, soğuğa aldırış etmeksizin yanaklarıma saldırdı ve cildime buz sarkıtları saplanıyormuş gibi hissettim. Karlara batıp çıkarak kardeşime doğru koşmaya başladım, artık sarsıla sarsıla ağlıyordum; Miraç bana doğru koşarken, sadece bağırıyor, başını iki yana sallayarak, "Abla!" diye hıçkırıyordu. "Abla..."

         Efken'in şoka girmiş şekilde, olduğu yerde dikilmiş öylece bizi izlediğini biliyordum. Umursamadım. Bir an aramızdaki mesafe katlandı, sanki Miraç'a hiç ulaşamayacakmışım gibi umutsuzlukla doldum ama bedenimiz birbirine çarptığında ve sanki yıllardır ayrı kalmışız gibi birbirimize sarılarak karların içine düştüğümüzde, gözyaşlarım artık daha da hızlanmış, çığlık atarak ağlamaya başlamıştım.

         Kalbim dağlanıyordu, biri elindeki kızgın kırbacı sırtıma, göğsüme, bacaklarıma vuruyordu. Miraç'ın güçlü kolları belime bir yılan gibi sarıldı, karların soğuğu ikimizi yuttu ama artık geçmiş öyle bir yerden yanmaya başlamıştı ki, üşümemizin imkânı yoktu. Yüzümü onun boynuna soktum, karların içinde yuvarlandık, gözyaşlarım onun boynuna akıyordu.

         "Miraç!" dedim tekrardan, inanamıyordum, şaka gibi geliyordu, hayalin içindeymişim gibi hissettiriyordu.

         "Abla!" diye bağırdı, gür sesinin yankısını kalbimde hissettiğimde, onun burada, benim yanımda, gerçekten Mavistan'da nefes alıyor olduğunu anlamıştım. Beni göğsüne sokmak istiyormuş gibi sarıldı bana. Ben de buna huşuyla karşılık verdim, onu öyle çok özlemiştim ki... Gözyaşlarım, yanaklarımdaki romanın sayfalarını eritmeye, mürekkebimi buğulandırmaya başlamıştı. Belki de ben artık bir roman sayfasıydım.

İÇİNDE BİR SENHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin