46. Bölüm "YEİS"

26.1K 1.1K 437
                                    



Bazen, yaşanmışlığın oluşturduğu çaresizliği hiçbir şey oluşturamaz. Olmuş ve bitmiştir, geri dönüşü yoktur, bunu biliyor olmak sizi mantıken kabullenmeye itse de içinizde bir şeyler canla başla reddedip bunun yaşanmış olduğunu görmek istemez. Çünkü yaşanmamış olması gerekir, insan nasıl böyle bir hataya düşüp de bunu gerçekleştirmiştir? Hangi gaflet anı onu bu hataya sevk etmiş, hangi cehaletin içinde böylesine sert kavisli bir yanlışın kurucusu ilan edilmiştir?

Aklının almaması keşke gerçekleşmediğine inanmak için geçerli bir sebep olabilseydi. Ama ne yazık ki, akıl zaten her şeyi kavrayabilecek nitelikte yaratılmamıştır. İçinde yanardağlar fokur fokur kaynarken dışa yansıtmamaya çalışmak da keşke o dev hatayı işlerkenki dumanlı zihinle beraberinde gelseydi; fakat, ne yazık ki, o dumanlı zihin ve ayaklarının yerden kesilmesi ancak hatayı işleyene kadar sürer. İşlediğin anda yere çakılıp ne yaptığını sorgulamaya başlarsın, zihindeki duman dağılır, berraklaşır, yaptığın yanlışla göz göze gelmek zorunda kalırsın. Üstündeki mahmurluk hata işlendikten hemen sonra hızla etrafa saçılır. Seni hataya iten gaflet amacına ulaştığı saniyede ihanet ederek seni yarı yolda bırakır.

Hatayı işlemene sebep olan bütün nedenler, birden yok olur.

Yalnızca sen, pişmanlığın ve içindeki kendi aptallığını hazmedememe duygusu geriye kalır. İnsan bazı şeyleri düşe kalka öğrenir, ancak düştüğünde açılan bazı yaralar bir daha asla kapanmaz. Her baktığında aynı güne döner, aynı duyguları tekrar tekrar yaşarsın. Böyle hatalar, insandaki yara sayısı, oldukça az olmalı. Gafleti çatlatıp kırmalı, bizi hakimiyeti altına almasına asla izin vermemeli. İnsan, kimse için kendinden ödün vermeyi ve risk almayı göze alacak kadar kendini değersiz görmemeli.

Çağatay'ın yaptığı da bunun gibi bir şeydi. Normal şartlarda ona da son derece aykırı ve yanlış gelen bir vaziyeti içinde yaşadığı kafa karıştırıcı ortam ve bağlanmış gözleriyle gerçek kılmıştı. Sonradan pişman olmasının ise ne ona ne de Hande'ye bir yararı dokunmuştu. Ve belki de bu olay Hande'den çok Çağatay'ı sarsmış ve yıpratmıştı. Hatta yüzündeki ifadeyi gördükten sonra bu olayın Çağatay'ı dahi, ardından beni ve hala Hakan'ı, tıpkı yaşandığı ilk günkü gibi şaşkına çevirdiğini görüyordum. Kabullenmiş, kabullenebilmiş biri varsa o da kesinlikle Hande'ydi.

Fakat... kim bilir ne türlü türlü yollardan geçtikten sonra kabullenebilmiş ve tamamen bu konu üzerine hissiz bir hale gelebilmişti.

Anahtarın gelişigüzel sağ taraftaki masaya fırlatılmasıyla yerimde sıçradım ve sessizce dış kapıyı kapayıp onun peşinden gitmeye başladım. Yüzüm ıpıslak olduğu için havaya karşı duyarlı gibiydim, Hande bir yandan ilerlerken diğer yandan elini montunun fermuarına attı ve "Kahve içmek ister misin?" diye sordu. Hemen cevap veremeyip çatallı çıkan sesimle "Sen de içeceksen olur," dedim. Bunun üzerine o sağa saparak mutfak kapısından içeri girdi ama ben ilerlemeye devam ettim. "Üzerimi değiştirip geliyorum."

Kazan gibi bir kafa ve durgun bir bedenle odanın içine girip yavaşça kapıyı ittikten sonra ağır adımlarla ilerledim. Dev bir balyoz darbesi yemekten daha beter olduğumu söyleyebilirdim. Ciddi ciddi, Çağatay'dan duymasam ve samimiyetine inanmasam asla inanmayacağım bir şeydi. Yalnız, bildiğim tek şey varsa o da beynimi kurcaladığı kadar dilimi meşgul etmemeliydi çünkü belli ki üstü güç bela örtülmüş, kimsenin imasından dahi haz etmediği -olması gerektiği gibi- bir konuydu ve ben eşeleyerek herkesin canını sıkabilirdim. Yeni öğrenmiş olmam bana tahammül etmeleri gerektiğini beraberinde getirmiyordu. Hele Hande'ye bunu yaşatmaya hiç hakkım yoktu. Gerçi beni umursadığı yoktu, yoldan bu yana ağlıyordum fakat tek kelime etmemişti. Soğukkanlılığı son derece gerçekçi olsa da yine de içini bilemezdim ve gram dahi etki edemesem de karşısında zırlayıp durmamalıydım. Hiç olmazsa Hakan'ın sözleri ve haklılık payı için, ağlamama son vermek zorundaydım.

TAKINTIHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin