45. Bölüm "NİHAN"

32.2K 1.1K 913
                                    


Boğazımızdan teker teker, bir daha tırmanamamak suretiyle aşağı yuvarlanan kelimeler, gırtlağımızı yakıp kavuran o acı sıcaklıktan da anlaşılacağı üzere içimize attığımız anda zehre dönüşür. Titrek dudaklarımızdan kurtulamayan sözlerin sorumlusu korkak dilimizdir, rüzgarı estiren havada asılı kalan kelimelerdir. Kelimeler sese dönüşse esip gürleyecek olan muhatabımız olacaktır. Bu yüzden susarız, kasırgalara, fırtınalara sebep oluruz. Ama bunu bir insana değil, soluduğumuz havaya yaparız. En yapılmaması gerekene yaparız.

Yuttuğumuz kelimeler çığ olur, içimiz katman katman kabarır fakat tek oluru da sıkça yutkunmaktır. Şu saatten sonra konuşmanın da bir tıslamadan farksız olacağı kaçınılmaz bir gerçektir. İşitilemeyen her kelimenin harfleri dikene dönüşüp ağzımızda bir yumak oluşturur, o yumak oradayken başka şeyler konuşmak ağzımızın kan revan içinde kalmasını sağlar.

Ancak bu yolu biz seçmeyiz, kelimelerimiz tehlike içeriklidir, bunu yapmaya mecbur kalırız. Oysa ne çok çığlık çığlığa ağlanması, ne çok haykırılması gereken yerlerde dudaklarımıza fermuar çekmişizdir. Bu büyükçe bir kayıp ve hallerin en yazığıdır. O anları bir daha geri getirecek imkan yoktur, tam o anın içindeyken boğaz patlatıncaya kadar bağırmak, çağırmak, ağlamak veya gülmek gerekir. Susarak en pasifini, en etkisizini kendimize reva görürüz ve tıpkı dile getiremediğimiz kelimeler gibi veremediğimiz tepkiler de içimizde birikerek bir yığın oluşturur.

Oluşan yığından elbette ki kimsenin haberi olmaz, herkes kendi içinde, kendi savaşını, kendisiyle verir. Biz gerektiği yerde ağlamayınca insanlar bize daha beterini yüklemeye çalışır, her defasında ağlamamak biraz daha güçleşir. Biz ağlamazsak, gülmezsek, gerektiği yerde kaş çatmaz ve gerektiği yerde dilimizin arkasında durmazsak zaten hiçbir şeye tepki vermeyen, arka plan insanları oluruz. Halbuki dilin direksiyonu bizdedir, yön vermek ve çeşitli manevra darbeleri yapmak çocuk oyuncağıdır. Çeşitli kaygılar ve korkular bizi susturmaya yeter, halbuki yaptığımız kaygıları ya da korkuları yenmek değil asıl karakterimizin üstüne perde çekerek kişiliğimizi gizlemektir. Bu da hiçbir halta yaramadığı gibi en dandik çözümden daha da dandik olan aldatmacaya girer. Konuşmalıyız, kızmalıyız, seslenmeliyiz, gülmeliyiz, ağlamalıyız; kendimiz olmalıyız ve bizi biz olduğumuz için kabul eden insanlara hayatımızda yer verip sürekli kendini frenleyen bir araba gibi duraksaya duraksaya ilerlememeliyiz.

Asıl benliğimiz, konuştuklarımızda değil konuşamadıklarımızda saklıdır. Ölüm meleği kapımıza geldiğinde bak sen şu hale, ne yazık! Artık asla dile getiremeyeceğiz hecelerden ibaret iç karartıcı bir cesediz. Oysa konuşmamız gereken ne çok konu kaldı, oysa biz neden bu kadar içimize atmışız, ne acı!

O an konuşmamak için sebep gibi gelen her şey ne de boş gözüküyor gözüne. Aman Allah'ım, ne manasız şeyler önümüze geçmiş de tam anlamıyla içimizden gelen tepkiyi verebildiğimiz çok az zamanımız olmuş. Aman Allah'ım, içimiz ve dışımız gerçekten de birbirine olabildiğince zıt!

Sadece biz miyiz böyle? Yo! Asla kimsenin gerçek manada ne düşündüğünü bilemeyeceğiz. Yüzümüze gülenin hangi oyunla karşımıza çıkacağını asla tahmin edemeyeceğiz. Bir biz değiliz böyle, asla ve asla, içiyle dışı birebir orantılı insanlarla denk gelemeyeceğiz. Çeşitli menfaatler ve çıkarlar buna izin vermeyen etkenler çünkü. Eğer yaparsak, işsiz kalırız, evsiz kalırız, dışlanırız... Hepimiz satranç tahtasının üstündeki piyonlarız ve tepemizdeki parmaklar dünyanın doğası gereği bize yüklediği dayatmalar. En özgür insan bile kendini özgür zanneden ahmaktan başka bir şey değildir çünkü varolduğumuz dünyada, tam anlamıyla özgürlük diye bir şey yoktur. Doğduğumuz anda dahi, kimlik beyan eden herkes bazı yapması ve yapmaması gereken şeylerin altına girerek çoktan kendi dünyasının kurallarına göre oynamak zorunda olan bir esire dönüşmüştür. Bence bu dünyada özgürlüğü aramak, cenneti dünyada aramak kadar boş ve de anlamsızdır.

TAKINTIHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin