Otuz İki: Av

8 0 0
                                    

"Belki avlanıyorken av olursun."

Sanki saatlerdir gözle görülür bir şeylerle boğuşuyormuş gibi bir nefes üfledim. Omuzlarım çöküktü, emin olmadığım bir şey üzerinde uğraş verirken girdiğim stres beni bitkin düşürmüştü. Açmamıştı. Her zamanki gibi. Anneme ettiğim yeminin yalnızca ağızdan çıkan acemi bir söz, bir dışavurum çabası olduğunu biliyordum. Yine de onun babamı aradığımı görmesini istemiyordum.

Zaten umduğum karşılığı da bulamamış, onunla konuşamamıştım. Şaşırtıcı bir sonuç değildi, onu arama sebeplerimden birisi de bu sonuca duyduğum güvendi belki de.

Telefonu birkaç kez avcuma vurdum düşünceli bir ifadeyle. Tam elimden koltuğa doğru fırlatmak üzereydim ki ekranının yeniden yandığını gördüm.

Gözlerim arayan kişinin ismine takılı kaldı. Sanki bir anda çevredeki tüm dış sesler yok olmuş, kaçmak istediğim bir sessizlik içinde yanıp sönen ekrana hapsolmuştum. Sesini duymak yenilgimin kıyısıydı. Söylediği, anlatmaya çalıştığı, beni uyardığı faciadan uzaktım. Çizdiği kötü profile alışamıyordum çünkü ellerimi, o hiç var olmamış evinden uzak üzgün çocuktan alamıyordum. Şimdi beni niye arıyordu ki?

Yaptıklarını geri alamayacaksa, hayatımızdaki yerle bir edici depremleri durduramayacaksa, benden yaşça büyükse neden beni arıyordu ki? Açmamalıydım muhakkak. Fakat ya babamla ilgili bir şey olmuşsa? Ya Mithat Göze babamı bulmuşsa?

Başımı pencereye çevirip evimin önündeki caddeden gelen geçen arabalara, akıp giden hayata baktım. Bir anda hayat biraz daha katlanılabilir hale geldi. Ellerimin titrediğini hissederken sesin kesilmesi ihtimaline karşın ekranı kaydırdım ve bir an için yaptığım şeye bakakaldım.

"Riva?"

İsmimin söylenmesi beni kendime getirir gibi oldu, telefonu kulağıma dayadım. "Önemli bir durum var."

Jülide'nin sesini duymamla yaşadığım kalp kırıklığını ve ezikliği saklayamadan cevap verdim. Telefonu neden ondaydı ki? "Alışkınım, Jülide. Söyle."

"Hazırlan. Partiye gidiyoruz."

Kafa karışıklığım iyiden iyiye artarken ileriye doğru birkaç adım attım ve gözlerimi tavana çıkardım. Televizyonu açmalıydım, hiç ses yoktu. Odaklanamıyordum. Ağzımdan kontrol edemediğim bir cümle kat kat dökülüp havada dağıldı. "Alaz nerede?"

İsmini yüksek sesle söylemek bile ruhumda bir bıçak yarası açmıştı. Sanki Jülide'yle konuştukça bile bile kanatıyor, kendimle kedinin fareyle oynadığı gibi oynuyordum. Jülide'nin benimle konuşan sesi profesyoneldi. İçinde bulunduğum oyuna dahil olmadı.

"Senin onunla konuşmak istemeyeceğini düşündü."

"Doğru düşünmüş." Yanılıyor.

Seçtiğim yol Alaz'ın söylediği gibi benim yolum olmamalıydı. Yalnızca liseli bir genç kız olmanın özlemini çekiyordum. Kızdan ses gelmeyince konuşmanın onun için bittiğini anladım. Gözlerimi tavandan çektim. Koltuğa çöktüm ve "Nereye gidiyoruz demiştin?" diye sordum.

"Maskeni tak. Ava gidiyoruz."

*****

Kalbim boğazımda atıyordu. Yaklaşık bir buçuk saat önce kapıma gelen paket ilk bakışta bana bir şeyler anlatır sanmıştım ama zihnimin elektriği gitmiş gibiydi. Sanki etrafı o hep anlatılan, meşhur; puslu gri bir İstanbul manzarası gibi görüyordum.

Annem gitmemi istemiyordu ama aynı zamanda ağzından tek kelime çıkmayacak kadar gururluydu da.

Kızı olarak bu gururun onu ilk defa bu kadar güçlü bir şekilde yıktığını, kemirip kırdığını söyleyebilirdim. Ve ilk kez bunu kendime de açıklayamıyordum. Alaz'dan bu kadar nefret etmek istiyorsam neden bu görevi kabul etmeyip onun Bodrum'dan uzaklaştırılmasını sağlamıyordum ki?

Kuğu: YOLHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin