Otuz Üç: Fevri Çocuk ve Küçük

9 0 0
                                    

"Bir düş bir öpüş/Ama sonu hep bir çöküş."

Davetiyelerimiz kontrol edilirken casus olduğumuzu ya da Alaz'ın kolumdaki dokunuşunu değil, yalnızca bacağıma yapışık tabancayı düşünüyordum. Adam başını sallayıp geçmemizi işaret ederken yüzüme yayvan bir gülümseme yapıştırdım. Geceye açılan kapıdan geçerken eğilip "Kız kardeşimsin," dedi.

Benzememizle ilgili bir şeyler homurdandığımda gülüşünü hissettim. Biraz beraber yürüdükten sonra mikrofonunu kontrol etmek için başını eğip ekibiyle konuşmaya başladı, ben de kulağıma dolan çirkin müziği duyduğumda gözlerimi kaldırıp çevreye bakınmaya başladım. Poker oynanan masalar olmasına rağmen hayalimdeki gibi ağır, dumanlı bir hava yoktu. Herkes pahalı elbiseler giymiş içki içiyordu. Ellerinde tepsilerle dolanan garsonlardan uzanıp bir bardak almak istesem de hamlelerimi oyuna sakladım. Küpelerim kulaklarımı ağrıtmaya başlamıştı fakat tempoya ayak uydurabilecekmiş gibiydim.

Bir tiyatroda olduğum fikri heyecanlanmamı sağlarken pis, şerefsiz, üçkâğıtçı ve kalpazan insanların yüzüne bakmak, onlara gülümseyecek olmak midemi bulandırıyordu. Onları, hepsini, şimdi hemen şuracıkta tutuklamamıza engel olan şeyin ne olduğunu tahmin etmeye çalıştım.

Kanıtsızlığımız? Ülkedeki adalet temelsizliği?

Alaz hala çevreyle ilgilenip birkaç kişiyle özellikle göz teması kurarken –bizim adamlarımız olmalılardı- kısık sesle "Kafam biraz karışık," dedim.

Kaşlarını öyle mi der gibi kaldırdı birkaç kadını süzerken. Sinirimin tepeme çıkmadığı konusunda kendimi ikna etmek zorunda kaldım. "Ne konuda?"

Birbirimizi yakından görmeyeli uzun zaman olmuştu. Artık çenesinden yanaklarına doğru uzayan kirli sakalları vardı. Bu sakallar çehresine daha sert, daha erkeksi bir şeyler katmıştı. Beni hala etkilemeyi başarıyordu. Görevinden alınmış bir polis olan babamın başlattığı akımla kötülere ilgi duymaya başlamış olmalıydım. Ya da henüz elimde kötü olduklarına dair herhangi bir kanıt yoktu.

"Konuyu gayet iyi biliyorsun."

Konuşmaya başladığımızdan beri ilk kez duraksadı ve yüzüme baktı. İfademden taviz vermemeye çalışarak yutkunma isteğimi bastırdım. İtiraflar, utancı sonradan duyulan şeylerdi. Ama Tanrı biliyordu ya, ona bayağı bayağı âşıktım ve onu sevmeme konusundaki kararlılığım bu konuda herhangi bir şey öğrenmedikçe kırılıyordu. Jülide'nin yolundan gidip ona inanmaya başlıyordum. Bu beni korkutuyordu.

Kafamdaki tüm düğümleri, düğüm yerinden kesip çöpe atmak ve kaygılarımla olasılıklarımdan koşarak uzaklaşmak istiyordum.

Gözleri yeniden benden saptı. "Senden ayrılmamaya çalışacağım ama iki acil çıkış da aşağıda." Burun kemerini kaşıyıp konuyu eşelemek istemiyormuş gibi inatla yüzüme bakmamaya devam etti. "Acil bir durumda sakın yukarı çıkma. Ve..."

Olabilecek şeyler konusunda konuşmak ona zor geliyormuşçasına takılarak "Yalnızca kendini düşünmek zorundasın," dedi. Bu telkinler bana daha önce gördüğüm bir rüyayı ya da daha önce yazdığım bir sahneyi hatırlattı. İrkildim.

Koluma dokunduğunda tüm tüylerim havalandı, ürpermemeye çalıştım. "Asıl adamımız karşıda." İşaret ettiği yere döndüğüm anda kimi kastettiğini anlamıştım. Parlak, altın renkli kravat takan adamın kötücül havası ve etrafında çevrili insanlardan farklı oluşu bir bakışta anlaşılabiliyordu. Genç sayılmazdı fakat dudaklarında küstah ve etkileyici bir gülüş vardı. İnsanların arasında, sürekli samimi bir muhabbet içinde olmasına rağmen bakışları bir şeyden yoksundu.

Kuğu: YOLHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin