2. episode:"what the hell you're doing here?"

1.2K 129 97
                                    

rica ediyorum oy verip yorum bırakmayı unutmayın ki yazma hevesim kırılmasın ve devam edebileyim, her gün bölüm atabileyim~~
24.12.2019
Sasha Sloan, Older.


Çalan zilin ardından sınıfın kapısından dışarı çıkarken kolumdaki saat tam, 18:01'i gösteriyordu. Irene koluma girdiğinde dikkatim dağılmıştı bile.

"Etrafına dikkat et her yerde bubi tuzakları olabilir."

Gülerek kafamı iki yana salladığım sırada koridorda merdivenlere giden kalabalığa karışmıştık ve Irene etrafa tuhaf tuhaf bakmakla meşguldü. "Saçmalama. Sadece bir yara bandı verdi. Mina evet biraz değişik bakışları var ama kötü biri olamaz. Bir aksiyon filminde değiliz."

"Sen öyle san. Azrail ensemizde diyorum. Kolla kendini. Bir de beni."

Merdivenleri inerken dizlerimdeki yara bantları gerildi. Sabah Mark denen çocuk onları verdiğinde, daha doğrusu Mina'ya getirttiğinde; lavaboya gidip kan lekeleriyle kirlenmiş beyaz çorabımı çıkarıp, hafif yara almış dizlerime yara bantlarını yapıştırmıştım. Eteğim dizlerimi örttüğü için şanslıydım ki eve gittiğimde annem ya da babam görüp küçük bir çocuk gibi düştüğümü söyleyerek beni sıkıştıracaklarından sıyrılmıştım. Herkesin anne ve babası dikkatli ve tedbirli olabilirlerdi ancak bazen içimden onlara, kontrol manyakları diye geçirmeden edemiyordum.

Ciddiydim. Ciddi anlamda, ebeveyn olmakta kontrol mekanizmaları o kadar sıkıydı ki; kendimi Alman disiplininde bir yatılı okulda hissediyordum arada.

Annem bir zarar gelmemesi için beni neredeyse dövecekken, babam da başarı konusunda çivili sandalyeye oturtacak kafadaydı.

İşte, herkesin bir sınavı vardı.

Okul binasından çıktığımızda yağmur bulutlarının hafif serpiştirmeye başladığı damlalarının altında herkesin şemsiyesini çıkardığına tanık oldum. Irene çantasından küçük, mor bir şemsiye çıkardığında açıp ikimizi de yağmurdan korudu ve kolumdaki elini daha da sıkışlaştırarak yakınlığımızı bozmadı. Onu seviyordum. Lisenin başından beri tanışıyorduk ama ikinci sene branşlarımızı seçtiğimizde ve aynı sınıfta olduğumuzda daha çok yakınlaşmıştık. Dalımız bilimdi ve onun zorlandığı zamanlar ben devreye giriyordum.

"Kağıda bakabildin mi Iren?" diye sorduğum sırada bahçeyi geçmiştik ve sokağın ucundaki her zamanki küçük kahve dükkanına ilerliyorduk. Annem İngiliz Dili ve Edebiyatı dersleri verdiği merkezdeki üniversiteden gelip beni alacağına dair bir mesaj attığında bunu yapardık. Lunar kafesi, bitişiğindeki diğer gri ve mimarileri aynı olan binaların arasında sıcak, turuncu ışığını yayarken içimi ısıtırdı.

Irene ofladı ve yanağını koluma yaslayarak yürümeye devam etti. "Baktım biraz ama o son sorudaki bileşiğin açık formülünü yapamadım. Bir de hesaplamalar vardı. Kimya'nın içinde Matematiğin ne işi var? Sevmediğim ot yine burnumun dibinde..."

"Matematiğin neresini sevmiyorsun? Elinde bıçağıyla sana yürüyen bir katil falan mı?"

"Of Renee. Senin için hava hoş. Baban doktor. Senin genlerinde var bu yatkınlık." Diye mırıldanırken kafenin ağır cam kapısını itmiş ve içeri girmiştik. Ona yanıt vermedim ama aklımdaki sesi de engelleyemedim.

Tabii diye fısıldadı içimdeki ses. Bunun için kaç uykumu yastığımın altında çürüttüğümden haberin yok.

Yine de cevap vermedim. Sonuçta herkesin hayatında, her şeyini anlattığı biri vardı. Bir arkadaş, bir sevgili, anne ya da baba ve ya kardeş... Ancak hepimiz her şeyi anlatırken bir yandan da saklardık da. Kendimize bile açıklamadığımız bir sürü sırrımız yok muydu? Göz ardı edip, bilinçaltımızın o derinliklerine ötelediğimiz ve kapısını kilitlediğini sandığımız sırlar... Geceleri kâbuslar da bu yüzden varlar.

La Vie En Rose Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin