33. episode:"family means arms."

584 69 51
                                    

Julia Stone, Where Does The Love Go.

-

Bulanık bir zihinle yaşanırdı. Düzen tam anlamıyla uzak bir gezegen konumuna erişebilmişse, bulanık zihin bir nimetti. Delirmekten iyiydi.

Evi toparlayıp üzerime o siyah elbiseyi giyerken ve öncesinde o beyaz gömleği üzerimden sıyırırken tam anlamıyla bunu düşünüp duruyordum bir de Mark'ın dalgın halini izliyordum. Başım müthiş bir derecede ağrıdığından onun da ağrıdığında ve bu dalgın ve bulanıklığın ikimizde de olduğundan emin olduğumdan yalnızca bu konuda düşünmeyi bırakmayı seçtim.

Mark yerlerdeki şişeleri toplayıp çöp torbasına attı ve başka hiçbir şeye dokunmadan bana döndü. Eliyle saçlarının karıştırıp düzeltmeye çalışırken gözleri kısıktı. "Ev sahibi evi temizleyecektir. Biz, eve gitsek iyi olur. Sonra hastaneye gideriz. Yani gitmek istiyorsundur." Diye mırıldandığında kafamı olumlu bir şekilde salladım.

"Evet. Gitsek iyi olur. Duş alıp üzerimizi değiştiririz sonra da Jaehyun'a bakmaya gideriz. Telefonlarımız yanımızda değil, merak etmiştir."

"Haberi var demiştim. O istedi. Endişelenme."

Tekrar kafamı sallayarak onu onayladım ve ilerleyip gömleğini uzattım. Bu sırada yüzüne de dikkatlice bakabilmiştim. O gömleği giyerken beyaz teninde, çenesinin kenarlarında minik minik sakallar çıktığını gördüm. Saçları da uzamıştı artık. Uzun zamandır kesmediğini biliyordum.

Evden çıkıp yine kayalıklara yakın yürümeye başladığımızda tuzlu deniz kokusu beynimin düşüncelerle tıkanmış kapılarını açtı ve gerçek manada, zihnen nefes alabildiğimi hissettirdi. Botlarımın fermuarlarını kapatmaya üşendiğim için ayağımdan çıkma riski taşısa da onlara bakmadım. Elbisemin fermuarını da sonuna kadar çekememiştim ama önemli değildi. Nefes alabildiğimi hissediyordum. Başım artık saatlerce ağrıyabilirdi. Bu rahatsız elbiseyle yaşayabilirdim. Yalın ayak yürüyebilirdim. Hafiftim. Dünya üzerimden ellerini çekmiş gibiydi.

Arabaya bindikten sonra geldiğimiz yola girdik ve hızla ilerlemeye başladık. Bu şey gibi hissettiriyordu. 2 saatlik bir film bittikten sonra en son kısımda, en son sahnede akan şarkı ve ekranda isimler geçmeye başlamış gibiydi. Rahattım ve bu en uygun bulduğum şarkıydı aklımdaki.

Vakit akşamüzerini geçince araba durmuştu ve eve geldiğimiz için de rahat hissetmiştim. Arabadan çıkıp apartmana ilerledik ve kapıyı o açtıktan sonra merdivenleri tırmanıp eve girdik. Bu eve ilk kez gerimde bir şeyler bıraktığımı hissederek giriyordum. Mesela anne ve babamla yaşadığım evden geldiğimde bile onlar bırakmamışlardı aklımı. Şimdi bağımsız hissediyordum. Bu tam olarak böyleydi.

Portmantoda botlarımı bir kenara çıkarırken Mark çoktan kendi ayakkabılarını sağa sola bırakmıştı ve bana kısa bir bakış attıktan sonra odasına girmişti. Ben de ilerleyip kendi odama girmiştim. Gözlerim yatağımda dolandı. Dağınıktı. En son topladığımı hatırlıyordum oysaki.

Giysi dolabından beyaz üzerine gri çizgili tişörtümü, hardal rengi eteğimi ve iç çamaşırlarımı alarak bornozumu unutmadan koridorun sonundaki banyoya ilerledim. Birkaç dakika içinde ılık suyun altındaydım ve köpüklenip durulanmam uzun sürmemişti. Kurulanıp üzerimi burada giyerken baş ağrım artmıştı.

Saçlarımı tarayıp kuruttuktan sonra bol bir şekilde örerek banyoyu terk ettim ve mutfağa yöneldim. Mark henüz odasından çıkmadığı için ona bir kahve hazırlama fikrini es geçmek istememiştim. Aynı zamanda dolaptaki sütü ve mısır gevreği kutusunu da çıkarmayı unutmamıştım. İki kase ve iki kaşık çıkarıp mısır gevreklerini hazırladıktan sonra masaya bıraktığım sırada su ısıtıcındaki su kaynamıştı ve iki kupaya sade, toz filtre kahveleri hazırlamıştım.

La Vie En Rose Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin