34. episode:"days of our lives."

534 66 9
                                    

17.02.20

Hayatımın nasıl değiştiğini izliyordum. Aklımda canlanan sahneler tavana yansıyordu. Bembeyaz odamda ölüm soğukluğunu hissettiğim ve her sabah apar topar okula gittiğimi hatırlıyordum. O evden kaçabildiğim tek yer olan o okula nasıl büyük bir telaşla koşuşturduğumu biliyordum.

Koridorunda düştüğümü, o sesle tanıştığımı ve o küçük oğlan çocuğunu ilk buluşumu hatırlıyordum.

Onunla daha önce de defalarca kez karşılaşmışız gibi hissedişimi fark etmiştim. Sanki defalarca kez karşılaşmıştık. Sanki defalarca kez birbirimize bakıp isimlerimizi söylemiştik, seslerimiz tanışmıştı; onun siyah gözlerine bakıp bir çocuğu görmüştüm ve siyah saçlarının karışıklığını aklıma kazımıştım.

O çocuğu seviyordum. O küçük çocuğu seviyordum. Ona sarılmak ve onu kollarımda uyutmak istiyordum. İyileştirmek istiyordum. Onu eve götürmek istiyordum. Kapısını kapatıp kötülükleri kovmak istiyordum. İstiyordum ki kurduğumuz dünyada kötülük olacaksa güneş açmasın, kollarımız ayrılacaksa rüzgarlar çıkmasın. Bir evi bulmak için yanıyordum ama bir aileyi bulmanın bunun bir başlangıcı olduğunu da biliyordum.

Bu yüzden artık uyumadan önce uzun süre o kadar da korkunç düşüncelere kapılmıyordum. Ya da kâbuslarım bile kaçmıştı bilinçaltımın kilitli kapıları ardına, biliyordum.

Jaehyun hastaneden taburcu olduğundan, eve geldiğinden ve üzerinden bir gün geçtiğinden beri tuhaf bir tamamlanmışlık hissinin varlığını fark ediyordum. Ha bir de, uçak biletlerimizi resmen aldığımızdan beri.

Gidiyorduk. Bu kahverengi sokaklara sinmiş anıları öylece bırakıyorduk. Başvurumu Seul'daki o üniversitenin tıp fakültesine postalamıştım bile, burayı bitiyorduk.

Paris ile hiçbir zaman derdim olmamıştı. Burayı çok sevdiğim ya da nefret ettiğim söylenemezdi. Aslında şimdi gitmenin eşiğindeyken gözüme daha parıltılı görünmeye başlamıştı. Belki de acılarımı bırakıp rahatladığımdandı. Daha rahat bakıyordum, gözlerimi açıyordum. Ama bunların hiçbiri bu şehre sakladıklarımı değiştirmiyordu. Toprağında öz annem, havasını hala soluyan ve beni büyüten bir de hastalarını tedavi eden babam kalıyordu.

Derin bir nefes alıp karanlıkta artık o kadar da karanlık gelmeyen tavana göz gezdirmeye devam ettim. Gözlerim dalmıştı. Dakikalardır uyumaya çalışıyordum ama yarını düşünmekten uyku kırıntılarım varsa da toz olup uçuyordu. Yarın anne ve babamla yemek yiyecektik. Jaehyun da olacaktı. Bunun bir veda olduğunun farkındaydım. Bu benim buruk hissetmeme neden oluyordu çünkü en sıradan bir eşya olsa da ondan uzaklaşmak bana tuhaf gelirdi. Vedalardan hep nefret ederdim bu yüzden her şeyin hep bir anda bitmesini isterdim. Ama bu defa araya hatırı sayılır kilometreler girecekti, denizler girecekti; seneler girecekti belki.

Ellerimi karnımın üzerinden çekip komodinin üzerindeki telefonuma uzandım. Irene'in birkaç dakika önce attığımı mesajı açıp okudum.

Irene: annem ağlıyor.......

Renee: anneler öyledir :)

Irene: ben de ağlıyorum............

Renee: evlatların kalbi dayanmaz

Irene: Renee bavullarımı toplamak çok koydu

Irene: Jennie de odasına gitti zaten yardım edecekti ama yanımda ağlamak istemedi galiba ben bayağı kötü oldum

Renee: ben her zaman yanında olacağım Irene her ne kadar annen ya da ablan gibi olmasam da hem ben de Lucas hep seninle olacak onları özlediğinde seni yalnız bırakmayacağız ayrıca tatillerde geleceğiz

La Vie En Rose Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin