10. episode:"you don't know me."

712 102 60
                                    

08.01.20
Selena Gomez, the heart wants what it want
-----

Güzel yüzler, sesler ve öpücükler... Hiçbiri de cenneti vermezler.

Mark Lee dışarıdan bakıldığında arkadaşlarıyla ilgili ve kendi kafasına eseni yapan biri görünüyordu. Öyleydi bir yandan. Bir yandan da ağzından böyle cümleler çıkan biriydi, bunu bir saat içinde öğrenmiştim. Onun hakkında ne düşündüğümü sorsalar, böyle şeyler söyleyeceğini en son sıraya bile koyamazdım bile. Hep böyle değil miydi zaten? Ön yargıları bir gemi yapıp kıyıya bırakarak açılırdık. Batsak da vazgeçmez, hep kırardık. Yaptığımız hataların karşılığında, tepkiyi çok çabuk alırdık. Ama iyi olduğumuzda, tutkuyla bağlandığımız şeyi yaparken göz önünden çıkarılırdık.

Kendi kendimizi mahvedip, dağıtıp, yine kendimiz toplardık.

Akşama doğru 6 civarı kalkacağımızı düşündüğüm dakikalarda salonda Lucas, yanında Irene ve arkadan da Mina girmişti. Irene ve Lucas aralarında konuştuğu bariz belli sırıtan surat ifadeleriyle çaprazımızdaki ikili koltuğa geçtiklerinde Mina ayakta kalıp birkaç saniye etrafa bakınmıştı. Karşımızdaki büyük koltukta Jennie, Taeyong ve bir erkek daha oturuyordu. Bu saate kadar evden gidenler olmuştu ve yaklaşık biz hariç beş kişi ancak vardı.

Mina kazağın kapüşonundaki iplerle oynayarak yanımıza yaklaştığında düşüncelerimin ortasına bir bıçak sokulmuştu. Mark hala yanımda otururken, onunla aramızdaki boşluğa Mina yerleştiğinde şaşırmamıştım. Mina hepsine karşı bir koruma içgüdüsüyle yaklaşıyordu her ne kadar onlara yardım etsem de beni de dışlıyor gibi görünüyordu. Ancak anlamadığım şey, Mark'a karşı olan tutumuydu.

Tabi bunu üzerindeki kazak açıklıyor olsa da, yine de düşünüyordum işte. Irene hem sevgili olduklarından şüphelenip hem de değillerdir diyordu. Sürekli dip dibelerdi. Sonuçta kim bilir kaç yıldır birliktelerdi. Ben henüz bir haftadır onları dönem başına göre daha yakından tanıyordum. Kim bilir neler yaşamışlardı, ben sadece şimdinin bir faktörüydüm onlar için.

"Hadi toplanın oynuyoruz!" Jennie'nin yanında oturan kumral saçlı çocuk ayağa kalkıp keyifle etrafına bakınarak sırıttı. Beyaz tenliydi ve gözaltlarındaki morluklar dikkatimi çekebilecek kadar vardı. "Az kişi kalmışız zaten. Mızıkçılık istemiyorum, şekerine oynuyoruz."

Tanımadığım insanlardan ve bir de Jennie'den itiraz nidaları yükseldiğinde kaşlarım çatılmıştı. Şekerine oynamaktan mı kaçınıyorlardı? "Kimse şeker sevmiyor mu gerçekten?" mırıltımın duyulacağını tahmin etmiştim ancak o kumral çocuğun anında dikkatini çekeceğini düşünmemiştim. Jennie ile yaşıttı ve uzun boyluydu. Üzerinde tişörtle duruyor olması kafayı nasıl üşüttüğünün kanıtıydı. Beyaz tişörtün kısa kollarından görebildiğim dövmeleri vardı.

Bana baktığında fark ettiğim yeşil gözleri parlıyordu. "Bu küçük kız kim?" küçük kız kısmını bastırarak söylediğinde kaşlarım daha da çatılmıştı. Yanımda oturan Mina'nın kıkırdadığını işittiğimde sinirlerimin çatırdamaya başladığını hissettim.

"Of otur sen, uğraşma kızla. Edebiyat hocasının kızı bak aldırır seni okuldan." Jennie şakayla karışık onu uyardığında onun gözleri hala benden çekilmemiş, merakla yüzümde bir şey arıyor gibi bakmaya devam ediyordu.

Dolgun dudaklarını birbirine bastırırken gözlerini de kısmıştı. "Cidden lolipop sandın. Kaç yaşındasın? Gerçekten..."

"Sana ne?" dudaklarımdan kaçan sözlerle kendime şaşırmama fırsat bırakmadan çocuk sırıtmaya başladığında ciddiyetimi korudum.

"Reşit değilsen oynayamazsın. O yüzden sormuştum. Seninle ilgilendiğimi falan mı sandın cidden?" omuzları hafifçe sarsılarak gülmeye başladığında onunla birlikte birkaç kişi daha gülüyordu. Gözlerimi ondan çekip Jennie'ye çevirdiğimde o çocuğa göz deviriyor olduğunu gördüm. Beni fena bozmuştu kabul. Ama kimsenin de ciddiye almadığı bir tipi vardı.

La Vie En Rose Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin