15. episode:"not afraid."

662 99 59
                                    

Ane Brun, Big In Japan.
(Hikaye boyunca ilk kez bu bölümü yazarken hönkürdüm.)
$$$

Hayatımda yaşadığım en karmaşık ancak aynı zamanda en sakin gece olabilirdi.

Karmaşıktı. Çünkü gün içindeki, önceleri hatta çocukluğuma kadar inip bütün anıları inceleyerek kafamı yormuştum. Karmaşıktı çünkü babam vardı kafamın içinde ses tonunu sürekli duyduğum ve orada bana sürekli nutuk tutan. Kurallarıyla büyüdüğüm, durup baktığımda o harcanan çocukluğuma acıdığım anılar vardı. Ve karmaşıktı çünkü annem artık yoktu.

Hayatımda hiç ölüm görmediğimi söylemiştim. Evet, elbette görmemiş olmam görmeyeceğim demek değildi. Bir anda ve en etkileyici şekilde görmüştüm. Mesela artık eksilmiştim. Mesela artık, sabahları uyandığımda babamın bana soracaklarını değil de annemin benimle konuşmadıklarını düşünüyordum. Bu ölüm, bu boşluk, bu yıkılış; hayatımın travması olan babamın önüne geçmeyi başarmıştı.

Hayatımda yaşadığım en sakin geceydi. Çünkü ev sandığım, o asla evde hissettirmeyen odamdan uzaktaydım. Bir keresinde düştüğümde babam ayağıma dikiş atarken, ayağıma enjekte ettiğinde hissetmiştim bu uyuşukluğu. Bu koku ve o madde düpedüz aynıydı. Neydi? Kokain? Morfin?

Elbette ikisi birden de değildi. Jetoseldi. O zamanlar okumayı bildiğimden, acıyı unutmak için kahverengi ampul şişesinin üzerinden okumuştum o yazıyı. Sadece kokain ve morfin derken, canım saçmalamak istiyordu. Ne yapabilirdim ki? Artık aldığım soluklardan başka bir şeyim yoktu. Kan pompalayan bir kalbim, kanın dolaştığı damarlarım... Bir de düşünmekten bitap düşen beynim. Ruhum... Birçok somutluk daha...

İçeriden dakikalardır sesler geliyordu. Ben yalnızca battaniyeye iyice sarılmış halde gözlerimi açıp kapatıyordum. Komodinin üzerindeki bitmiş süt bardağına, kırmızı yazılarıyla 10:08'i gösteren dijital saate bakıyordum. Bugün hafta sonu olduğu için mi yoksa o hastaneden, babamdan; sahte ailemden kaçtığım için mi bu kadar uzak hissediyordum her şeye henüz aklımda tartıyordum ancak yorgan sıcacıktı ve ben kalkamayacak kadar soğuk hissediyordum.

Birkaç dakika sonra kapı tıklatılmasa kalkamayacaktım da.

"Uyandım, Mark." Diye mırıldandım genzimi temizleyip.

"Bir şeyler hazırladım." Homurdandı. Sesi yorgun geliyordu. Birkaç saniye beklemeden ayak seslerini duydum kapının önünden uzaklaştığına dair.

Böylece yattığım yerden zorlukla da olsa kalkabilmiştim. Sırtımı yatağın başlığına yasladığım sırada kafama toplanan kan bir süre başımı döndürdü. Gözlerim acıyordu. Her açış kapatışımda daha da çok batıyordu. Bunu umursayacak kafada olmadığımı biliyordum. Fiziksel acı o kadar hiçbir şeydi ki benim için, kalbime yapılmış vurgunlar bacaklarımdaki gücü çekse de kalkmak zorundaydım.

Kalktım da.

Yorganın içinden çıkıp ağır adımlarla banyoya gittim ve aynanın karşısına geçtim. Gözlerimin buğusundan kendimi net olarak görememiştim bile. Çeşmeyi açıp iki kez yüzüme ılık suyu çarptığımda biraz daha ayılıp gerçek dünyaya dönmüştüm. Ardından havluya uzanıp yüzümü sildikten sonra dağınık saçlarım ve mahvolmuş yüzümle lavabodan çıkıp odaya gittim ve odadan da çıkıp salona girdim.

Salonla birleşik mutfakta, ortadaki yuvarlak masada Mark bana karşı oturuyordu. Üzerindeki açık gri kazağın kapüşonunu kafasına geçirmişti ve gözlerinde gözlük vardı. Onu en son okulda gözlük takarken gördüğümü hatırlıyordum. Öğretmenler odasının önündeydik ve Irene ödevini vermek için gelmiştik. Sonra Mark, bana Mina'nın nerede olduğunu sormuştu ve...

La Vie En Rose Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin