30. episode.

640 88 70
                                    

×

Derin bir nefes verip sırtıma yaslandım.

Uzun süredir yapabildiğim tek şey buydu çünkü. Nefes almak, nefes vermek, sırtıma yaslanmak arada kollarımı göğsümde toplamak, etrafa ve çoğunlukla telefonumu çıkarıp saate bakmaktı.

Yaklaşık 3 saat olmuştu.

Akşam olmuştu ama dışarı çıkmadığım ve bu, insanı anksiyete krizine sokabilecek derecede bol beyaz ışıklandırmalı hastanenin içindeki kantinde oturduğumuz için havanın kararıp kararmadığına tanık olmamıştım. Pencerelere de dikkat etmemiştim. Jaehyun'un kalacağı odadan da çıktıktan sonra tekrar girmemiştim çünkü Jennie ve Irene gelmişti ve bana aldıkları kahveyi içmeye çalışırken oturuyor ve boş boş birbirimize bakıyorduk tek kelime etmeden.

Aslında bu hissettiklerimi daha önce tatmadığımı biliyordum. Yaşamaya devam ettikçe de yabancısı olduğum bir yığın his ile tanışacağımı bildiğimden yadırgamıyordum bu yeni hislerin beni bulmasına. Mesela şimdi birisini kaybetme korkusu yaşıyordum, kafamda adlandırdığım kadarıyla. Öz annem ellerimde öldüğünde bundan haberim olsaydı eğer şu an bu şeyi hissedemeyeceğim kadar betonlaşmış olurdu kalbim, emindim. Ama bunu ilk kez tadıyordum. Nerededeyse ameliyatın bitiş saatine yaklaşırken ciddi manada bacaklarım titreyerek bekliyordum. Her bir dakika, saniyeler içinde yuvarlanarak bir saate dönüşüyordu ve geçmek bilmiyordu.

Irene yanımda, Jennie ise karşımda oturuyordu yuvarlak masada. İkisi de hızla evden çıkmış olduklarını anlayacağım şekilde salaş giyinmişlerdi, kot ve kazak gibi. Tam olarak dikkatimi onlara veremiyordum bile. Diğerleri ara ara ameliyatın son durumunu öğrenmek için hemşirelerin kafasını şişirseler de, içeriden bilgi gelmediğini kesin ve net dille tekrarlıyorlardı.

"Biraz dışarı çıkıp hava alalım mı Renee?" diye mırıldandı kısık sesle Irene bana bakarak, saçını kulağının arkasına sıkıştırdı ve temkinli bir şekilde yüzümü turladı gözleri. "Saatlerdir oturuyoruz. Haber gelirse çağırırlar zaten." Diye de tamamladı.

"Yürümek iyi gelir istersen." Jennie de destek çıkınca kafamı olumlu bir şekilde salladım ve onlarla birlikte kahve bardağımı alarak yerimden kalktım. Kantinin çıkışındaki çöp kovasına bardaklarımızı attıktan sonra kararmış olduğunu kafamda tescillediğim havaya bakarak dışarı çıktık. Hava soğumuştu. Üzerimde kazağımdan başka bir şeyim olmadığı için sıcaklık değişiminden dolayı ilk başta tüylerim diken diken olmuştu ama Irene gelip koluma girince hemen ısınmıştım. Üzerinde siyah tüylü bir kazak vardı.

Bahçenin sonu küçük çaplı ormanlık gibi, park gibi bir alana çıkıyordu ve uzun uzun ağaçlar vardı. Eskiden, bayağı eskiden babam beni getirdiğinde arada burada yürüyüş yaptığımızı hatırlıyordum. Ama o kadar eskiydi ki bunu ancak sadece anımsayabiliyordum.

"Sen doğru bir karar verdin Renee. Bu konuda üzülme olur mu?"

Jennie bir adım önümüzde, hafif çaprazımızda yürürken kısaca yüzüne baktım. Gözlerini yere çevirmişti ve dudaklarını büzmüştü. "Yapmasaydım pişman olacağımı biliyordum. Yapmam gerekti. Onunla yeni kavuşmuşken, hayatımdan çıkma kararını ona bırakamazdım." Diye mırıldandım.

"Bu huyunu seviyorum." Diyerek kıkırdadı Irene, benim de ona gülümsememi sağlayarak.

"Yarından sonra mezuniyet töreni var Renee. İstersen bizde kalabilirsin. Mina kendisinin geleceğini söyledi."

Jennie'nin bana bakarak konuşmasının ardından neredeyse alnıma vuracaktım. Kafam o kadar karışıktı ki mezuniyet törenini unutmuştum.

"Ben hiçbir hazırlık yapmadım ama." Diye söylendiğim gibi Irene eliyle bana dur işareti yaptı gururla gülümseyerek. Sonra işaret parmağıyla ablasını gösterdi.

La Vie En Rose Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin