Halının tozları ciğerlerime dolarak beni öksürük krizine sürükleyince, gözlerimi açmak zorunda kaldım. Vahşi çığlıklar hıçkırıkların arasına karışmış, uçağın içinde yankılanıyordu. Kulaklarım ağrımasına rağmen sesin kaynağını bulmak için emekleyerek kaçtığım odaya yürüdüm. "Summer?" sesimi kendim dahi duyamıyordum. Boğazımı temizleyerek kapıdan içeri girerken tekrar denedim.
"Summer lütfen..." Bu sefer daha güçlü çıkmışsa da gördüğüm görüntü karşısında azalarak yok olmuştu. Her şeyin gerçek olduğunu görene kadar algılayamadığımı şimdi anlamıştım.
Kan parmak uçlarımdan çekilirken, istemsizce yerde kanlar içinde yatan adamın yanına süründüm. Gözleri hala yaşıyormuş gibi bakıyordu ama titreyen elimin altındaki nabzında hiçbir hareketlilik yoktu.
Bunu biz yapmıştık. Onu öldürmüştük.
Ben birini öldürmüştüm.
Nabzım hızlanırken yere iyice çöktüm. Zihnimin her kuytusu tek bir kelime yankılanıyordu;
KATİL!
Ellerimde her yerimde kan vardı onlardan kurtulmaya çalıştıkça daha çok bulanıyordum. Ben. Onu. ÖLDÜRMÜŞTÜM.
Kör gözlerle yere oturup öylece kaldım. Hareket edemiyordum. Etmek istemiyordum da...
Ne yapmıştım ben?
Bir ışık yanıp sönünce, refleks olarak zihnimdeki savaştan bir saniye olsun başımı kaldırdım.
'Şarjınız %20 kaldı.'
Has siktir!
Beynim bir anlığına durdu ve ne durumda olduğumuza yoğunlaştı. Uçaktaydık. İtalya'ya gidiyorduk. Ren ölmüştü ama hala onun uçağındaydık ve onun evine inecektik. Bir şeyler yapmalıydım. Daha sonra ağlayacak, depresyona girecek ve delirecek vaktim olacaktı. Ancak şimdi bizi kurtarmanın bir yöntemini bulmak zorundaydım.
Çünkü bunu benden başka kimse yapmayacaktı.
Ani bir kararla telefonu elime aldım ardından sarsılarak ağlayan genç kadının elindeki silahı kaptım ve dikkatli bir şekilde harap olmuş odadan çıktım.
Koridora göz atarken telefonu cebime koyup silahı daha güçlü kavradım. Ren'in gemisindeydik nerden neyin çıkacağını bilemezdim.
Ancak kimse yoktu. Kabin ekibi neredeydi?
Gerçi birini kaçırırken yanınıza kaç kişi alırdınız ki?
Bir adım attığım ama başım dönünce durdum ve dişlerimi sıkıp yola devam ettim. Buradan kurtulunca hastalanacaktım. Daha önce değil.
Sarsak hareketlerle büyük bir salonun olduğu yere geldim burası asıl oda olmalıydı. Deri koltuğun üzerine çekip kimi arayabileceğimi düşündüm.
Polis olmazdı. Jett olmazdı. Sadie olmazdı. Adam olmazdı.
Rehberi taramaya başladım. Bir yandan beynimde beni uçurumdan aşağıya çekmeye çalışan düşüncelerimi kovalamaya çalışıyordum.
Hugh MacAuliffe.
Bu bana bahsettiği isimdi. Durdum. Düşünecek çok fazla zamanım var mıydı?
İsmin üzerine tıkladım. Başka şansım yoktu. Başka kimsem yoktu.
Babamı arayacaktım.
Telefonu titreyen elimle kulağıma dayadım. Göğsümde dayanılmaz bir ağırlık vardı. Korku ve heyecandan ağızım kurumuştu. Açmazsa ne yapacaktım düşünmek bile istemiyordum. İşte o zaman-

ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kaçak
PertualanganKaçtığımı sanırken, aslında her adımım beni ona daha çok yaklaştırmıştı... Ve her bir adımı, yasak bir zevkle atmıştım...