Şafak Savaşından Yirmi Kış Kadar Sonra...
Güneş keskin kayalıklı, buz kaplı dağların ardında batmış, gece çoktan yeryüzünü bir pelerin gibi kaplamıştı. Karanlığın kendine has sessizliği, dağların arasındaki vadiyi yumuşak kollarıyla sarıp, sarmalamıştı. Sabahtan beri yağan yağmur her şeyi yalnızlaştırıyor, ağırlaştırıyordu. Ağaçların arasına serpilmiş evlerden oluşan köyün yalnızca bir kaç evinden ve handan ışık geliyordu. Çoğu evin girişinde çelenk şeklinde yapılmış, defne dallarından oluşan festival süsleri vardı. Kuzey topraklarında bulunan her çiftçi köyü ve kasabası yılın bu zamanları yeni tanrıların gelişini ve Bereket Tanrısı Necra'nın cömertliğini bir festivalle kutlardı. Böylece yeşil saçlı tanrıca onlardan memnun olur ve bir dahaki yaz daha cömert olurdu.
Bu festival zamanı yağmur hiç durmadan yağmış onları kapalı mekanlara sığınmaya mahkum etmişti. Elbette bundan en çok memnun olan hancıydı. Şişman, güleç yüzlü adam o kadar yorulmuştu ki yanakları al al olmuştu. Orta yaşların sonundaki adam kalın kollarındaki gömleği kıvırmıştı. Çoğunluğa göre sevimli bir tip sayılırdı, oval yüzlü adamın saçlarının üst kısmı uzun zaman önce dökülmüştü, neredeyse boyuyla eni aynıydı. Mavi, küçük gözlerinden zeka ışıltıları saçar, müşterileriyle konuşurken asla olumsuz cümleler kullanmaz, ister gezgin tüccarlar, ister diğer köylerin arada sıra, pazar için uğrayan köylüleri olsun, hepsinin adını ve anlattıklarını hatırlardı. Peltek konuşan, karşılaştığı problemlere çabuk ve hızlı çözümler bulan adam köyün çoğu insanından zeki ve becerikli olmasına rağmen bunu asla kötüye kullanmazdı. Çünkü bunu yapamayacak kadar korkuyordu. Tıpkı köylülerin diğerleri gibi... Hepsi geçmişten, kulaktan kulağa aktarılan hikayelerle büyümüş, "kötülük" yaptıklarında bunun "sonuçlarıyla" yüzleşeceklerini öğrenmişti. Bunu onlara hatırlatan andaç şöminenin üzerindeki eski bir kalkan ve altındaki iki kılıçtı. Bu basit simge hem köylülere artık şövalyeler tarafından korunduklarını, hem de onların kanunlarına tabii olduğunu hatırlatmak için bırakılmıştı.
Zira Zümrütköy adındaki bu basit, sakin kasaba coğrafi açıdan tam bir kavşaktı. Ne yazık ki bu kavşağı bir buluşma noktası olarak seçenler karanlık zamanların köle tüccarları olmuştu. Pek çok kötü anının ve utancın yaşandığı bu yerde Şafak Savaşı'ndan önce iki farklı tarikattan olan, yaklaşık otuz şövalye köle tüccarlarıyla savaşmışlardı. Yine aynı söylentilere göre bu şövalyelerin başlarındaki, son söylentilere göre bu tarikatlarca artık Eğitmen ilan edilen adamlar vardı. Hancının babası hakkındaki anıları içinde şövalyeler de vardı. Şövalyeler düzen ve adaleti de beraberlerinde getirmişlerdi. Ya da böyle söylüyorlardı. Çünkü çoğu yaşlı insan konu oraya gelince ketumlaşıyor, korkuyla çevrelerine ve Zümrütköy'ün girişindeki büyük ağaçlara bakıyorlardı.
Şömine tüm sıcaklığıyla iki katlı, ahşap, taş ve antik beton parçalarının karışımıyla inşa edilmiş hanın devasa kütlesini ısıtıyordu. Ağır, genellikle duvarları çaprazlama geçen kahverengi, ahşapların aksine duvarlar defalarca kireçle sıvanmış, sonra yeniden badana edilmişti. Ateşin çıtırtılarıyla yükselen tatlı kıvılcımlar hanın yeni cilanmış tahta zemininde küçük turuncu yansımalar oluşturuyor, duvarlarda turuncu ışıltılar yaratıyordu. Hanın salonunu aydınlatan bütün gaz lambaları her zamanki gibi kısık, simyacıların yarattığı ışık küreleri sönüktü. Bu yüzden içeride sessizce oturan pek çok insanın gölgeleri olduğundan daha fazla uzuyordu. Bir zamanlar eski dünyanın var olduğu yıllarda gazsız, muma ihtiyaç duymayan lambalarsa teknoloji adı verilen tanrının belki bir gün geri gelmesini beklercesine saygıyla yerlerinde bırakılmıştı. Hancı çalışmamalarına rağmen onları da her şey gibi düzenlice temizlerdi.
Neredeyse karanlık bile sayılabilen handa şömineye sırtını dönerek kamburunu çıkarmış Hikâyeci taburede, bastonuna dayanarak hikâyesine başlıyordu. Yaşlı, kambur, pelerini altında kaybolmuş adam bir grup garip görünümlü hacıyla öğleden sonra gelmiş, hana yerleşmişlerdi. Hikayeci akşam için yemek ve bira karşılığında hikaye anlatmak için anlaşmış. Gece çökünce seyircilerini toplamıştı. Sol ayağının hemen yanında, kil maşrapasında birası duruyordu. Han her zamankinden de kalabalıktı. Hancı yen yıkadığı kil kupalarını, eski bir bezle silerken bu kalabalığa memnuniyetle baktı. Birkaç göçmen kafilesi gece basmadan kasabaya ulaşmışlardı. Batı klanlarının birleşerek oluşturduğu yeni krallığın verdiği umut tüm yaşlı dünyaya yayılıyordu. Eskiden kumar ve fuhuş merkezi olan Zümrütköy şimdi çiftçi cennetiydi. Köle Tüccarları artık buralara gelemiyordu. Bu hancıların işlerini bir süreliğine zora koşsa da daha sonra o da duruma alışmışlardı. Daha az kar bıraksalar da çiftçiler ve kervan sahipleri genellikle bela aramadan gelir, açlık ve susuzluklarını giderirlerdi. Çoğunlukla da neşeli yerel muhabbetlere katılırlardı. Göçmenler ve yolcularsa bela çıkaramayacak kadar yorgun olurlardı. Üstelik bir kaç gecede bir de havada kurşunlar, mızraklar veya bıçaklar uçuşmazdı. Hancı da zaten kesinlikle böylesini tercih ederdi.