Yirmi gün önce... İzmir / Türkiye
Sean Hopestein en az Yiğit kadar uzun boylu, çoğunlukla kambur duran, ela gözlü, yakışıklı bir adamdı. Kendi gibi uzun boylu olan sevgisi, Kathrine'i koltuğunun altına almış, Ege'nin kendine has kıraç tepelerine ve karşılarındaki dev konağa bakıyorlardı. Hopestein'ın sol kaşında geçen gün yaptığı kavgadan kalan bir yara için bant vardı, yarık dudağı hala acıyor, bir kaç kaburgası hareket ettikçe ona zalim şakalar yapıyordu. Sean arkalarından gelen Noyan'ın tiz bir şekilde ıslık çaldığını duydu. Pek haksız sayılmazdı, iki katlı konağın alt katı taş duvarlarla örülmüştü. Pencere boşluklarından duvarların oldukça kalın olduğu rahatlıkla anlaşılabiliyordu. Alışıldık Ege tipi mimarisinin dışında kalan konağın genişliği yirmi metreden fazlaydı. Kiremit kaplı çatının bazı yerlerinde gözle görülür oranda göçükler başlamış, bazı yerlerindeyse otlar bitmişti. Bu geniş cephenin her iki tarafını da toz kaplı ve bakımsızlıktan hırpani görünüşleriyle gelenlerin oldukça gözünü korkutmuş olan çam ağaçları kapatıyordu. Konağın bir zamanlar bakımlı olan ön bahçesi susuzluktan ve Ege'nin yakıcı yaz sıcağından kurumuş yabani otlarla kaplıydı. Sadece deve dikenlerinin yüksekliği bile neredeyse görenleri konağa ulaşma fikrinden yıldıracak kadar uzundu. Bahçenin sınırlarını belirleyen duvarlar tıpkı konağın alt katı gibi taş örmeydi. Zamanında oldukça görkemli görünüyor olmalıydı. Tavanların ne kadar yüksek olduğunu gösteren pencereler uzun, boş gözlerle gelenleri karşılıyordu. Bazılarının önlerine konulmuş şık ve dekoratif saksılarda da yabani otlar çıkmış ve tıpkı bahçedeki akrabaları gibi kuruyup kalmıştı. Pencerelerin yanlarında bulunan ahşap kepenkler çoğunlukla kapalıydı. Açık kalanların camları ise kırılmıştı. Muhtemelen içeri girmeyi cesaret oyununa çeviren köy çocuklarının işiydi.
Noyan berbat sayılacak bir İngilizceyle, "Yani hiç tanımadığın yaşlı amcan, daha önce hiç duymadığın bir ülkedeki konağı sana hediye etti öyle mi?" dedi ellerini ceplerine sokup ark tarafa doğru yürümeye başlayarak. Hava çok sıcaktı ve neredeyse hiç rüzgar yoktu. Önce buraya ağaç dikmeyen kaz kafalılara küfredecekti ki kesilmiş ağaçların gövdelerini görüp, daha çok küfretmeye başladı.
"Aynen öyle," dedi onu izleyen Sean. Noyan ve ikinci arabadan inen diğerleriyle bir kaç gün önce geldikleri şehirde, bir bar kavgasında tanımışlardı. Çok güzel bir kadın olan Kathrine'e sılan bir kaç sarhoşla kavga eden Sean bir anda kendi sarhoş ve öfkeli bir kalabalığın ortasına bulmuştu. Barda şarkı söyleyen Yiğit ve onu dinlemeye gelen arkadaşları Sean'ın tarafında kavgaya girmeseler oradan canlı çıkma şansı yoktu.
İlerledikçe gördükleri bahçenin arka tarafındaki ufak ek binalar buranın ilk yapıldığında çiftlik olarak kullanıldığını gösteriyordu. Noyan devedikenlerinin geçit verdiği oranda konağın arkasındaki binalara doğru ilerlerken Sean da konağa doğru yürümeye başladı. Noyan göz ucuyla arkasından konağa yönelen Sean'a bakarken diğer yandan da konağın bulunduğu kayalık yamaca dikkatlice bakıyordu. Konak çevresindeki birkaç küçük yapı ufak vadiye dikkatlice gizlenmişti. Döküntü kayaların oluşturduğu yüksek duvar konağın arka kısmını tamamen kaplamıştı. Noyan hem güneşi hem de kış soğuğunu taşıyacak rüzgârları önleyecek bu duvar önünün zamanında özellikle seçilmiş olduğunu düşündü. Oysa gerçek çok farklıydı ve bunu daha sonra bir kazayla öğrenecekti. Konağın ön tarafına bakan tepeler de en az arkası kadar dik ve sarptı. Dar vadi bu iki sarp ve diğerlerinden daha yüksek sayılan tepenin arasına kıvrılıyordu. Konağın sırtını yaslamış olduğu tepenin içine gömülmüş olan ve taşlarla yapılmış depo benzeri yere beş metre kadar yaklaştığında Noyan bu binanın bir depo olduğunu fark etti. Diğer köşedeki yapı da bir ahırdı herhalde. Kendisi olsa depo-kilerimsi yeri konağın altına yapardı. Bu konakta kalanları pek çok zahmetten kesinlikle kurtarırdı. Kafasını sağa sola sallayan Noyan, "Aptallar" diye mırıldandı. Bu arada ön taraftan gelen kapı gıcırtısını duydu.