Aynı anda... Sinop / Türkiye
Gecenin pusu içinde belli belirsiz gelen bir uçak homurtusu yere yüz üstü yatmış olan Onur'un dikkatini neredeyse dağıtmıştı. Genellikle devriyedeki askeri jetler haricinde kimse Sinop'un üzerinde alçaktan uçuş yapmazdı. Hele geceleyin ve bulutlu bir havada asla. Çift motorlu bir uçağın bu saatte, burada ne yaptığını merak etmeden edemedi. Gerçi normal zamanlarda değillerdi. Bakışlarını gökyüzünden karşısındaki probleme geri çevirdi. Yüzünde yarım saat önce bir şarap şişesini ucuz mantarını yakarak yaptığı siyah, yağlı isi şeritler halinde sürmüştü. Bu numarayı Levent'ten öğrenmişti. Levent bu konuda tam bir kütüphane gibiydi. Onur'un yüzündeki şeritlerin aralarındaki boş kısımlarsa çöp konteynırlarının yanındaki soba küllerinden gelen gri tozla kaplanmıştı. İğrenç ve korkunç göründüğünü düşünse de bir duvarın yanına geldiğinde fark edilmez hale gelmişti. Ki şu anda asıl istediği de buydu.
"...Dünyadaki en güvenli yer..." diye mırıldandı kendi kendine. Ay neredeyse en yüksek durumdaydı. İnce ay belki bulutlar olmasaydı çevreyi aydınlatabilirdi. Fakat yolun kenarında, yıkık bir bahçe duvarının ardına gizlenmiş kamp çantalı genç adam ayın çıkmamasını tercih ediyordu. Zaten şehir merkezinde çıkan yangınlarla şehir, istediğinden de aydınlıktı. Görülmek için çok kötü bir zamandı. Aklındaki pek çok yüz ve onlara dair endişeleri bir kenara itmeye çalıştı. Fakat kendi zihniyle olan bu nafile müsabakası her adımında farklı bir yüzün taşıdığı, farklı bir endişe ile ona mağlûbiyet getiriyordu. Bunun asıl nedeni korkuydu. Korkuyordu. Hiç bilmediği bir kâbusun ortasına balıklama dalmak zorunda kalmıştı. Yanındaki kamp baltası ve bıçağını saymazsa silahı yoktu. Tüm karmaşa başlayalı ne kadar zaman geçmişti ki? Her yer talan edilmişti. Silah bulma umuduyla yaklaştığı çoğu yer ya boştu, ya da tehlikeliydi. Bunlar bir kenara, yolda rastladığı boş kahvelerden birindeki gazetede insanları delirten bir hastalıktan bahsediliyordu. Zaten bunun söylenti olmadığını kafasını nereye çevirse görebiliyordu.
Şehre tatil için gelen ailesini bulmalıydı. Misafirhanede olmalarını ümit etti. Oraya gitmesi oldukça kolay olacaktı. Yalnızca bulunduğu şehrin girişindeki ana yoldan aşağıya, güneye, plaja inip oradan misafirhaneye geçecekti. Yine de çevreden birkaç malzeme, özellikle silah bulsa fena olmazdı. Düşüncelerinden başının üzerinden bir seri mermi geçince sıyrıldı ve başını yere yapıştırdı. "Tanrım! Seni geri zekalı orospu çocuğu," diye küfretti sıkılmaktan neredeyse kırılmak üzere olan dişleri arasından.
Türkiye'nin en kuzeyindeki şehir olan Sinop şehir merkezi bir yarım adadan oluşuyordu. Şehrin girişi bu yarım adanın en ince noktasıydı. Ancak o noktaya en azından iki bin metre vardı. Ve o kadar mesafeyi şehir içinden yürümek için çatışmalar oldukça şiddetliydi. Gerçi ağır silahlar kullanılmıyordu, sadece piyade tüfekleri, ya da av tüfekleri vardı. Ancak Onur'un anladığı kadarıyla herkes birbirlerine ne kadar mermisi varsa boşaltıyordu. Bir merminin yeniden başının birkaç parmak yanına çarpmasıyla artık saklandığı bahçe duvarının güvenli olmadığına karar veren genç adam yuvarlanarak sola, evin yan duvarına kaydı. Yavaş yavaş sürünerek evin arkasına geçti. Ana caddeleri –ki Sinop'ta bunlardan fazla yoktu- kullanmadan hızla güneye, Sinop'un Karadeniz'de doğal bir liman oluşturarak gemiler için vazgeçilmez bir sığınak oluşturduğu girintinin plajına iniyordu.
Şehirde elektrikler kesileli fazla olmamıştı. Sokağın sağ köşesinde çöp tenekelerinin arasındaki kımıltıyı ve homurdanmaları, tüfeklerin ve bağırışların hiç dinmeyen fırtınasına rağmen işitti. Alt dudağını ısırdı, kalp atışları sanki kulaklarını patlatacaktı. Birkaç metre ötesinde karanlığın içinde birileri vardı. Heyecan patlamasıyla artan adrenalinle duyuları alabildiğine keskinleşmişti. Ancak kulaklarından adrenalin bile aksa gece görüş kabiliyeti kazanamazdı. Orada her ne varsa genç adam için dost değildi. Titreyen ellerle kamp malzemelerinin bulunduğu altmış litrelik çantasının yanından hızla baltasını ve sol askısına aşağıya doğru bağladığı bıçağını çıkardı. Botlarının tabanlarını mümkün olduğunca hafif hareketlerle yere temas ettirerek çöp tenekelerine yaklaştı. Daha önce tozluklarıyla, ayaklarına bağladığı kalın bez parçaları sert tabanlı botlarının ses çıkarmasını önlüyordu. Gözlerini istemeden de olsa kıstı. Pek bir şey göremiyordu. Karanlıkta daha iyi görebilmek için objelere dik olarak bakmaması gerektiğini hatırladı. Bu katıldığı doğa yürüyüşlerine liderlik eden izci liderlerinden öğrendiği bir şeydi.