Konak/İzmir
"Yirmi iki eşkıya ve on iki atlı öldürdük, sekizi kaçtı, eşkıyalardan kurtardığımız altı esir var ve onları yarın köylerine teslim edeceğiz," dedi Yiğit sıkıntıyla. Çarpışma esnasında yeniden vurulmuştu. Noyan'ın yeleklerine yerleştirdiği levhalar piyade tüfeklerinin onları delmesini önlüyordu ama momentumu azaltmıyordu. Yiğit kahrolası göğsünün morarışını hem hayret, hem de dehşetle izlemişti.
Sigara dumanı yemekhanede asılı kalmıştı. Keşif kolunun getirdiği sigara ve birayı içerken bir daha bu tatları ne zaman alabileceklerini düşünüyorlardı.
"Sabah onları götürür duruma bakarız," dedi Noyan yeniden köşedeki ayakkabı kutularına bakarak. Aslında bütün konu AVM'de ölen Ali ve Selim'in geride kalan eşyalarının bulunduğu, iki ayakkabı kutusunu gördüklerinde başlamıştı. Eşyaları toparlayan Zeynep o adamlar için bir tören düzenlemek istiyordu. Olena bunu gereksiz bulmuş, Bülent Ali ve Selim'den geri kalanları oradan almayı istiyordu. Tartışma saatler sürmüş, sonunda bu noktaya gelmişti.
"Konak Kardeşliğine ne dersiniz?" dedi Levent.
Harrington, "Defenders?" diye girdi konuya. Herkes gruplarına bir isim gerektiğini düşünüyordu.
"Birader bizim İngilizce konuştuğumuz dua et..." dedi Noyan ter oturduğu sandalyenin sırtlığına kollarını dayamıştı.
"Korucu?" dedi Olena.
"Kulağa iyi gelmesi lazım ve tanıdık," dedi cerrahları Aydın Bey. Uzamış beyaz saçlarını at kuyruğu olacak şekilde bağlamıştı. Yuvarlak gözlüklerindeki camlardan biri çatlaktı.
"Bize kimin ne dediğinin ne önemi var?" dedi Kat sıkıntıyla.
Cumhur Bey hoşgörüyle gülümseyerek, "Kendine verdiğin isimle anılacaksın ve ilk izlenimden önce o isim herkese ulaşacak," dedi genç ve güzel kadına. Kendisiyle birlikte kurtarılan iki Amerikalı asker ve bir Rus kadın da onun yanında oturmuş, geneli İngilizce geçen konuşmaları dinliyorlardı. Anya çok güzel bir kadınlı, siyah saçlarını onu yakalayan eşkıyalar kasaturayla kesmişlerdi, bu yüzden bazı yerleri uzun, bazı yerleri kısaydı. Büyük mavi gözleriyle tartışmayı dinliyordu. Aslında şu an çok mutluydu. Kimse ona tecavüz etmeye çalışmıyor, tekmelemiyor, ısırıp, parçalamaya çalışmıyordu. Herkes olabildiğince nazi, paylaşımcı ve sıcak kanlıydı. Yine de odasına gidip, yalnız kalmaktan ve gözlerini kapatmaktan korkuyordu. Askerler Deniz Piyadesiydi ama savaş grubundan değildi, James büyük kamyonlar kullanan bir şoför, Martin ise bir radar operatörüydü.
"Muhafızlar nasıl?" Bülent.
"Kimin muhafızı?" diye sordu Pınar.
"Mahzenin," dedi Bülent düşünmeden.
"Konağın olmalı," dedi Sean kendine yeni bir sigara yakarken. "Mahzeni ne kadar az insan bilirse o kadar iyi."
"Neden?" diye sordu Noyan.
"Bir yeraltı mezarlığında yaşayan bir grup adam ve kadın kulağa iyi gelmiyor da ondan," dedi Sean sigara dumanı havaya bırakırken.
Noyan böyle düşünmemişti, başını kaşıyıp, "Şey..." diye homurdandı ve "tamam haklısın..." diyerek her ne düşündüyse vazgeçti.
"Aynı zamanda konak güzel bir simge," dedi Ayhan Bey.
"Simge mi?" dedi Cankır ona dönerek.
"Evet," dedi doktor tebessümle.
"Neyin simgesi?"
"Geçmiş ve geleceğin artık birleşmesi gerektiğinin, aynı zamanda ona bakanlar bir ev görecekler, av aile ve güvenlik de demek," dedi adam ellerini havada sallarken.