Horasan / Doğu Anadolu / Türkiye
Semih on beş gündür kaledeydi. Kale daha çok bir sığınma noktası olmuştu. Doğudan ya da kuzeyden göçenlerin güvenlik ve yiyecek bulabilecekleri bir yer. Konforlu değildi ama güvenliydi. Askeri ölçeklere göreyse oldukça ciddi bir yığınak yapılmıştı. Çevredeki bütün askeri birliklerin yağmalanmış ve taşınabilen silahları, mühimmatları ve malzemeleri kaleye taşınmıştı. Son kalan yakıtla çalıştırılan iş makineleri devamlı olarak soğuktan donmuş toprağı kazıyor, yer altına doğru yerleşim yerleri hazırlıyordu. Daha önce bu tür çalışmaların yapıldığını, Semih mühendislerin konuşmalarından rahatça anlayabiliyordu. Buradaki varlığı kendisine göre gerekli olmuştu ve kesinlikle adının Ayça olduğunu öğrendiği sarışın şövalye ile ilgisi yoktu. En azından Semih devamlı olarak bunu kendisine söyleyip duruyordu. Teknokrat neredeyse kaledeki ikinci haftasını da doldurmuştu. Semih'e göre tüm bu mühendisler, iş makineleri ve malzemeler iyi niyetli olsa da boşa harcanan kaynaklardı. Hala enerjileri ilkel jeneratörlerden sağlanıyordu. Çoğu bina eski ve kalın duvarlıydı, yenilerinde de ısı yalıtımı düşünülse de başarıldığı konusunda ciddi şüpheleri vardı. Zırhları kalenin içinde ki ustalar yapıyordu. Denenmiş kalınlıktaki zırhlar yeterli korumayı sağlıyorsa da hareketleri kısıtlıyordu. Yine de zırhlar ona o kadar yakışıyor ki... kendisine bütün iradesiyle engel olarak başını salladı. Ayça'yı düşünmeyecekti. Buz rengindeki yakıcı mavi gözlerini düşünmeyecekti. Ya da kor rengindeki dolgun dudaklarını... İnsanı hep uzak tutan tahrik ediciliği...
"Gelen var!"
Bu genellikle yapılmayan bir uyarıydı. Bir hafta içinde kaleye pek çok gelen giden olmuştu. Kimse için haber verilmemişti. Teknokrat hızlı adımlarla kale burçlarının dik, taş merdivenlerine tırmandı. Nöbetçiler gergin görünüyordu. Onların baktıkları yöne baktığında kaleye yaya olarak yaklaşan adamı fark etti. Yine de bir terslik vardı. Teknokrat çatık kaşlarla karla kaplı kale burçlarının arasından zırhlı adama baktı. Evet buydu... Adam bir şövalyeydi... öyle olmalıydı her yeri zırhla kaplanmıştı. Ve çok iriydi. Fazla iri...
Semih'in gözleri büyüdü. Yaklaşan adamın bu kadar iri olabilmesi imkânsızdı. Zırhı diğer şövalyelerden çok farklıydı, birkaç katmandan oluşuyormuş gibiydi. Adamın elinde beyaz bir bayrak vardı. Beyaz bayrağı batıdan gelen bir rüzgâr yakaladı. Bayrak sert hareketlerle sallanıyordu. Yaklaşınca adamın üzerindekileri ayrıntılarıyla seçmeye başladılar. Sırtında koyu mavi bir pelerin tıpkı bayrak gibi rüzgârda sallanıyordu. Zırhın göğüs kısmından omuzlardan başlayıp, ayak bileklerinin olduğu yere kadar inen bir kumaş şerit vardı. Şerit pelerin ile aynı renkteydi, koyu mavi. Şeridin üzerinde birkaç karışık desen bulunuyordu ama Semih uzağı iyi göremezdi. Kırık camlı gözlüğünü düzeltip, ellerini ovarak etrafına bakınca bayan şövalye Ayça'nın orda olduğunu fark etti. Onu ilk gördüğünden beri midesi büzüşüyor kalbi anormal şekilde hızlanıyordu. Kadın soğuk tavrıyla Semih'e baktı başıyla var olup, olmayacağından bile emin olamadığı şekilde onu selamladı ve neler olduğuna bakmak için duvara yanaştı. Semih Beni fark etti. Beni selamladı diye düşündü. Farkında olmadan sırıttığını anlayınca endişelenip, yeniden dikkatini artık iyice yaklaşmış olan adama verdi. Adamın başlığı da zırhı kadar değişikti. Başlığın düz maskesinde üç parmak genişliğindeki tek bir cam dikey olarak iniyordu. Semih kendini böyleyken görmesini sağlayan düzeneği fena halde merak ederken buldu. Adamın tek silahı sol tarafında duran kılıcıydı. Görebildiği kadarıyla iki elle tutulabilecek kadar uzun bir kabzası vardı. Adam durunca tek bir ses aşağıya doğru bağırdı.
"Kendini tanıt!" ses yankılar halinde aşağıdaki şehirde dolaştı.
Adam elindeki bayrağı yerdeki kalın kar tabakasına saplayarak, başlığının siperliğini kaldırdı. Yine de yüzü gölgelerin içinde kalıyordu. "Ben Tahmendar Muhafızı, Yeni Ege Kapısı savunucularından, Ak Konağın ev sahiplerinden Bülent. Tahmendar Şövalyesi ve Muhafızım. Arkadaşlarım ve ben dinlenecek bir yer arıyoruz!" Sesi güçlü ve rahatlıkla anlaşılabilecek bir tondaydı. Semih duvarda sayıları artan şövalyelerin birbirine doğru mırıldanmalarını duyabiliyordu. Mırıldanmalar yaklaşan biriyle suskunluğa dönüştü.