Denizin mavi dalgaları kıyıya vurmaya devam ediyordu. Boğuluyordum. Kimse sesimi duymuyordu ama ben boğuluyordum. Nefes alamıyordum. Kimsesizdim, Chris yoktu, annem, babam yoktu. Kimsem yoktu. Yalnızdım. Hem de milyonlarca yalnızlıktan daha yalnız. Nasıl bir cümleydi bu? Ben ne yazık ki John Green değildim ve büyük küçük sonsuzluklardan bu derece bahsedemezdim. Zaten bunu bahsettirecek bir Augustus karşıma çıkmamıştı. Belki de çıkmıştı ama gitmeyi tercih etmişti.
Peki neden? Neden herkes benden kaçıyordu? Annem babam beni altı yaşındayken hayal kırıklığına uğrattırmıştı. Bu ilkti sanırım ve lanet olsun ki son olmuyordu olmayacaktı.
Ağzıma aldığım ve işkence yaptığım kalemi ağzımdan çıkardım ve kağıda tekrar bir şeyler karaladım.
' Deniz, onun sessiz çığlıkları insana huzur veriyor. O dalgalanıyor, belki içinde hangi hayallerin battığını anlatmak istiyor ama insanlar bununla huzur buluyor garip.'
Sonra tekrar kalemi ağzıma aldım. Tekrar denize bakmaya başladım. Güya stüdyoya gidecek orada akşama kadar çalışacak ve kafa dağıtacaktım. Ama geldiğim ilk yer deniz olmuştu.
Radyoda cızırtılı bir şarkı yalnızlığıma eşlik ediyordu ama o kadar cızıtılıydı ki sadece birkaç kelime anlayabiliyordum. Bir an ellerime gözüm takıldı. Eskiden tırnaklarımı yiyordum ve bu yüzden tırnaklarım düzensizdi. Şimdi ise beyaz bir oje ile üzeri kaplanmış düzensiz tırnaklarım vardı. Sonra üstümdekilere baktım. Eskiden bir tişört ve pantolondan başka bir şey giymezken şimdi bir giydiğimi bir daha giymiyor ve sürekli etek elbise giyiyordum. Bunlar değişimin basit kanıtlarıydı.
Her insan değişirdi. Ben buna inanıyordum ama insanı acıları değiştirirdi. Beni Chris değiştirmemişti. Beni hayat değiştirmişti. Sonra kalemi tekrar ağzımdan çıkardım ve tekrar bir şeyler yazdım.
'Kaç hayalimi yuttun hain mavi! Kaç kez beni mutsuz ettin? Bunun yanında kaç kez hayat verdin bana? Hep böyle mi yaparsın önce insanlara güzel görünürsün ve onları kendine çekersin sonra onların hayallerini ve en son onları yutarsın.'
Bu sefer kalemi yan koltuğa attım ve tırnaklarımı yemeye başladım. Radyodaki şarkı değişmişti. Bunu cızırtıların ritminden anlamıştım. Hava yavaş yavaş kararmaya başlamıştı. Yaz mevsiminde burada kimse yoktu. Bu şaşırtıcı bir gerçekti benim için. İnsanlar bu kadar mı meşguldü? Belki de küskünlerdir onları yutan çekici haine? Kalemi yan koltuktan aldım ve son bir cümle yazdım. Diğerlerinden daha kötü ve daha zor okunan bir yazı ile.
'Siktir et! Denizi seviyorum!'
Benim olayım buydu işte. Her şeye rağmen kin gütmez ve yeniden yeniden güvenirdim. Denizi seviyordum çünkü yuttuğu bunca pisliğe rağmen masum görünürdü ve insanları kendine çekerdi. Onu affetmemek olmazdı. Chris'i affetmemek olmazdı. Onun bazen denizden bir parça bazen ormanlardan bir parça olan gözlerini affetmemek olmazdı. Ben onu her şeye rağmen affederdim. Bana git demiş olsa bile.
Arabanın kontağını çevirdim ve tekrar yola koyuldum. Şehre yaklaştıkça radyodaki müzik anlaşılır hale geliyordu. Ay gökyüzündeki yerini almıştı ve şehir çoktan ışıklar altındaydı.
Stüdyoya vardığımda birkaç çalışandan başka kimse yoktu. Matthew'ın burada olmamasına sinirlenmiştim aslında. Bundan sonra işimden daha önemli bir şey yoktu benim için.
"Frank ve dansçılar burada mı?" dedim kapının önündeki sekreter kıza. Kız bir an bilgisayardan başını kaldırdı. Beni görünce heyecanla ayağa kalktı ve nefesini düz tutmaya çalışarak bir şeyler söyledi.
"Frank burada efendim ama dansçılar hakkında bir fikrim yok." dedi. Sanırım yirmi yaşlarında olmalıydı. Matt bu kızı nereden bulmuştu bilmiyorum ama onunla oynayacağından emindim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Yıldızların Dansı
Fiksi Remaja"Adın ne?" diye sordu kadın sert bir sesle. Kız bir süre düşündü hangi adını söylemeliydi. Gerçek adını mı? Yoksa okulda ona zorla koydurdukları o ad mı? Kız ismini unutmuş olamaz ya diye düşündü kadın. Acaba beni duymadı mı diye düşündü. Aslında İn...