"Şarkı söylemeyi kes artık!"
"Ne var sesimi beğenmiyor musun?"
"Offf," diye yakındı muhafız. Sesi başında dolanan bir sinekten kurtulmayı arzular gibi çıkıyordu. Bıkkındı ve yorgun. "Neden beni seninle yazıyorlar şu nöbetlere anlamıyorum. Oysa kaç kere dedim Teor'a. Daha sessiz biri gelsin yanıma diye. Geceleri bebek sesinden gündüzleri de senin karga gibi şakımandan kafam şişiyor."
"Kim doğum yaptı?" Kapının yanında çökmüş, askeri üniformasının iç cebine sakladığı mataradan bir şeyler içiyordu. Büyük ormanlık alanda yapının bulunduğu tek alan burasıydı. Çevresi seyrek ağaçlarla ve otlarla kaplı, köylerden ve kasabalardan epey uzaktı. İnsanların unuttuğu bu yerde, doğa varlığını da çekmişti sanki ve hiçbir kıpırtı olmuyordu. Ne kuşlar ne de ağustos böcekleri. Etraf o kadar sessizdi ki nöbeti biraz olsun çekilebilir kılmak için kafayı bulması gerekiyordu.
"Dedim ya kardeşim doğurdu bir ay önce. Eşi de Lishey birliklerine katılmış yeni. Uzağa görevlendirmişler. Savaşa hazırlık yapıyorlar, kim var kim yok aldılar. O uzağa gidince o da, bebek de bizde kalıyor."
"Ne güzel evinizde neşe var."
"Hı hı," Hoşnutsuzluğu ifadesine yansıyordu. "Bir de bana sor neşeyi. Biraz olsun sükûnet dileniyorum senden. Sus artık."
İki muhafız birbirine sataşarak vakitlerini doldururken yolun karşısında çalılıkların ardına gizlenmiş iki kişinin kendilerini izlediğinin hiç de farkında değillerdi. İkisi de uzun zamandır bu noktada görev almaktaydı ve öğrendikleri bir şey varsa en rahat koruma görevine verildikleriydi. Surların kapılarında dikilenler günde bin kişiyle muhatap oluyordu, ya da sarayın koridorlarında kol gezenler kraliyet ailesinin kaprisi altında ter döküyordu. Mezarlık ise basitti. Gözlerini dört açmaları gerekmiyordu. Kimse ölüleri rahatsız etmek istemiyor, günde bir iki kere tarlalarına giden insanlar dışında geçen dahi olmuyordu.
Adya çalılıklardan kopardığı böğürtlenleri yemekle meşgul olan Tuomas'a döndü. Yolculukları sandıkları kadar kısa olmamıştı. Lishey birliklerinden uzak kalmak için sürekli yoldan çıkıp dağdan taştan ilerlemeleri gerekmiş, toprak patikaları aşmaktan epey de toz yutmuşlardı. Üzerleri de bu keyifsiz yolculuktan nasibi almış, kirlenmişlerdi.
"Dikkatini verebilirsen sevinirim." diye fısıldadı Adya.
Tuomas ağzındaki lokmayı yuttu ve elindeki kırmızı küçük meyveyi Adya'ya uzattı. "İstemez misin?"
Şimdi midesini düşünmenin hiç zamanı değildi. Adya meyveyi alıp ağzına attı. Tadı gerçekten güzeldi. Başını bir kere daha Ağlayan Ağaç'ın girişine çevirdi. Muhafızlar oradan hiç ayrılmıyor olmalılardı.
"Ön kapıdan giremeyeceğimiz kesin." dedi Tuomas, Adya'nın kulağının dibinden. Boynunu uzatmış etrafa bakıyordu. Adya onun nefesini saçlarında hissetti. Atla ettikleri yolculuk yüzünden ve sıcak havanın da etkisiyle biraz kürklü hayvan biraz da ter koktuğunu fark etti. Gerçi kokunun kaynağı Tuomas kadar kendisiydi de.
"Neden? İki kişiler. Biz de iki kişiyiz."
"Bir," Tuomas, Adya'nın başının üzerinden başlayıp ayaklarına kadar ölçercesine süzdü. "Buçuk."
"Sesim boyumdan çok çıkıyor ama."
Tuomas kaşlarını kaldırdı. "Tamam. Bir şey demedim." Sesi teslimiyet doluydu. Tekrar muhafızlara odaklandı. "Kılıçları var."
"Senin de büyün var."
"Her şeyde kolaya kaçsaydım şimdi kafamı omuzlarımın üzerinde bulamazdım, bastı bacak prenses. Etrafından dolaşacağız ve arkadan gireceğiz. Sessizce. Temiz."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Mevsim Krallıkları Kitap 1 Kan Bağı
Fantasia(Tamamlandı) Lishey topraklarındasınız, hoş gelmediniz çünkü savaş kapıda. Krallık bekası adına verebileceğiniz her şeyi verin. Paranızı, gururunuzu hatta kanınızı. Düşman içeride de olabilir dışarıda da, hatta geçmişte ve gelecekte de. Siz bilmes...