"Daha ne zaman burada kalacaksın?"
"Bilmiyorum. Kafam ne zaman eserse o zaman dönerim."
"Burada ne yiyip ne içiyorsun?"
"Arada balık tutuyorum. Hem buzdolabım kahve makinem falan var."
Beni eve bıraktıktan sonra ertesi günü öğlenden akşama kadar yanındaydım. O da şöyle olmuştu: yürüyüş yaparken karşılaşmıştık.
Bugün dayanamayıp yine geldim. Evden uzaklaşınca kendimi daha iyi hissediyorum.
"Bunları niye soruyorsun? Aynılarını dünde sormuştun."
"Çünkü birbirimize birşeyler anlatmak için erken olduğunu düşünüyorum."
"Kimseye kolay kolay birşey anlatamayacak kadar zarar görmüşsün anlaşılan."
Gözlerimi kaçırarak duvardaki tabloya baktım. Kulübe gibi eski olan Kız Kulesi manzaralı bir tabloydu.
"Tamam. Kahve?"
"Sütlü ve..."
"Şekersiz."
O içeri geçince koltuğa daha çok yayıldım. Odayı tanıdık bir melodi doldurunca kendi telefonum sandım ama Yiğit telefonuymuş. Sehpanım üstünden alıp ona götürüyordum ki arkamı dönünce çarpıştık ve telefon halıya düştü. Son model bir telefondu ve parçalanmamasına şükrettim.
Yiğit telefonu yerden alıp açtı ve "Ne var?" deyip eliyle ve dudak hareketleriyle mutfağa gitmemi belirtti. Önde ilerlerken bile kulağım Yiğitteydi. Daha "Ne var?" dan başka birşey dememişti.
"Taciz edip durmadan rahat etmiyorsun değil mi?"
"İyi halt ediyorsun Barış!"
Bir kızla bu şekilde kaba konuşmazdı heralde diye düşünürken 'Barış' ismi erkek olduğunu kanıtladı. Çünkü bana dozunda davranıyordu.
"Lan rahat bırakın beni! Geleceğim elbet."
"Bana döndüm dedi."
"Babam?"
"Çok doğru söylüyor!"
"Tamam."
Telefonu kapatıp cebine attı. Ben yanında beklerken kahveleri bile hazırlamıştı. Sabırsızlıkla elime alıp dudaklarıma götürdüm.
"Çok sıcak. Dikkatli ol."
Bardağın içine doğru üfleyerek soğutmaya çalıştım. Tam bir yudum alacaktım ki telefon çaldı. Cebimin titremesinden benim olduğunu anlamıştım.
"Efendim Pınar?"
"Ne yapıyorsun?"
"Dolanıyorum."
"Nerede olduğunu da söylesen?"
"Dolanıyorum işte. Yetmez mi?"
"Sen bizi çıldırtacaksın. Bari en geç bir saate evde ol."
"Kalabalık mı?"
"Yani."
"Ne zaman gelirim bilmiyorum. Sen etraf sakinleşince beni ara."
"Tamam. Kendine dikkat et."
"Sende."
Koltuğa oturduğumuzda televizyonu açtı. Yabancı bir film kanalıydı. Film alt yazılıydı.
Yiğit koltuğa yarı oturur bir şekilde uzanarak gözlerini televizyona dikti. Ona bakmamak elde değildi ama zorda olsa kahvemi yudumladım. Cebinden çıkardığı sigara paketinden bir tane alıp dudaklarının arasına yerleştirdi. Paketi sehpaya fırlatıp elindeki çakmakla sigarasını yaktı. Derin bir nefes çekip başını geriye attı. Odayı mentol kokusu kaplarken bundan zevk aldığını düşündüm. Çünkü dünde bir kaç defa içmişti ve sadece ilk seferde derin bir nefes alıp başını arkaya atıyor ve dumanı havaya üflüyordu. Bende onun gibi uzandım ve televizyon seyretmeye çalıştım. Kesinlikle iğrenç bir filmdi. Komedi dram ve romantiğin her türlüsünü severdim. Diğerleriyle aram hiç yoktur.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
MELEK
Teen Fiction"Meleğim... Tüm İstanbul şahidim olsun ki seni herkesten her şeyden çok seviyorum. Geceme güneş gibi doğdun ummadığım bir anda. O güneş hiç batmasın istiyorum. Benimle... Evlenir misin?"