Dün gece annemin söylediği gibi 12 olmadan evdeydim. Yiğitle ettiğimiz muhteşem danstan sonra kendime gelememiştim. Ama gecemiz yine de çok güzeldi. En önemlisi mutluyduk.
"Hayırdır? Aptal aptal sırıtıyorsun?"
Anneme bakmadan "Yooo!" dedim. Üstelemeyerek "Pazartesi işe başlıyorum. Geç kaldım aslında. Bir de kızım ben babanı haftada bir ziyaret ediyorum ama sen hiç gitmiyorsun. Bu aralar ayarla kendini de git." dedi. Kurduğu son iki cümle sürekli aklımdaydı ama yeni yeni kendime gelmiştim. Onu elbette unutmamıştım bu mümkün değil ama her gece ağlamıyorum. Kendimi tutuyorum. Onun beni bir yerde izlediğine ve buna üzülebileceğine küçük bir çocuk gibi inanmıştım. Ama onunla konuşmam gerekiyordu. Annem haklıydı.
Sadece "Olur." diyerek ekmeğime tahin pekmez sürdüm. Üşüyordum ve içimi ısıtabilirdi. Büyük bir lokma alıp üstüne su içtim. Ekmek dilimini bitirdikten sonra tabağımı ve bir kaç daha şey alıp makineye yerleştirdim.
"Anne ben hazırlanıyorum!" diye seslenip cevabı beklemeden odama gittim. Dün giydiğim pantolonu giyip üstüne krem rengi bir kazak giydim ve bordo montumu üstüme geçirdim. Kısa hardal sarısı botumu ayağıma geçirdikten sonra yatağıma oturup Pınarı aradım.
Telefonu neşeli sesiyle ve kocaman bir günaydınla açınca ona ayak uydurmaya çalışıp karşılık verdim.
"Ben okula tek başıma geleceğim bugün. Biraz yürüyüş yapmak istiyorum."
"Tamam şeker. Sen bilirsin. Bir şey olursa ara beni."
"Tamam. Görüşürüz."
Evden çıkmadan önce anneme seslendim ama babamı ziyaret edeceğimi söylemedim. Yürüyerek 10 dakika da vardım. Girişin önünde çiçek satan küçük çocuklardan papatya satın aldım ve boynumdaki siyah şalı başıma örttüm. Girişten bir kaç mezar uzakta olan babamın mezarını gördüm. Her ne kadar kabul etmiş gibi olsam da onu böylesine görmek zoruma gidiyordu.
Gözümdeki yaşı elimin tersiyle itip burnumu çektim. Papatyaları baş ucuna koyarken isminin yazılı olduği tarafı okşadım ve öptüm. Buz gibiydi. Halbuki öylesine sıcak bir adamın mezar taşının soğuk olması beni ürpertmişti.
Gözyaşlarım yanağımı ısıtırken hıçkırmaya başladım. Sonra da daha sonrada daha şiddetli ağlamaya başladım. Taşı sararken bedenimin gitgide uyuştuğunu hissediyordum. O kadar içten ağlıyordum ki aynı o gün iskelede olduğu gibi. Zaten ondan sonra ilk defa böyle ağlıyordum.
"Hazan?"
Adımı duyduğumda doğrulmaya çalışsamda etki etmedi. Kolumdan tutup beni doğrulttuğunda tereddüt etmeden sarıldım. Dans ederken sarıldığımdan biraz daha sıkı sarıldım. O da bana sıkı sarıldı ve saçlarımı okşamaya başladı. Hıçkırıklarım yerine nefesimi düzeltmeye çalışırken çıkardığım seslere bıraktı. Birbirimizden ayrıldığımızda yere çöktüm. Yanıma oturup kolunu omzuma dolayıp beni göğsüne çekti.
"Anlatmak ister misin?" diye sorunca ona anlatacak kadar güveniyordum. Zaafımı bile. Çünkü Volkan bana hiç böyle sarılmamıştı. Sevgiliyken bile mesafeliydi. Tabii ki bende yılışık değildim ama aramızda hep bir duvar vardı. Ne aşabiliyordum ne de yıkabiliyordum.
"Nereden başlayayım?"
"Nereden istersen."
Derin bir nefes alıp yavaş yavaş bıraktım.
"Çocukluk arkadaşımla üniversitenin başlarında sevgili oldum. Bu zamana kadar yaptığım en büyük hataydı. Seviyordum. İnkâr edemem. Ama aramızda hep ters giden bir şeyler vardı. Bu yaz Amerikaya gitti ve orada aldatıldığımı öğrendim. Hemde telefonuma gelen gizli numaralı bir mesajdan. Bildiğin yıkıldım. Ailem bilmiyordu ve onlara yansıtmak istemedim. Hep gülümsedim. İçime attım. Üstünden tam bir hafta geçmişti ki babamı kaybettim. Babamı herkesten çok seviyorum. Ona herkesten çok değer veriyorum. Hâl böyle olunca da daha fazla yıkıldım. İskeleye geldiğimde bir hafta olmuştu. O gün seni tanıdım. Ve sen olmasaydın ben bu kadar hızlı sürede toparlanamazdım. Buna toparlanmak denemez ama en azından kafam dağılıyor seninleyken. Bazı şeyleri her saniye düşünmüyorum. Elbette geceleri akbaba gibi beynimi yiyorlar ama umursamamaya çalışıyorum."
Az önce ağlayan kız gitmişti ve yerine soğukkanlı bir kız gelmişti.
"Peki sen neden buradasın? Beni mi takip ettin?"
"Bende kendi hikayemi mi anlatsam?"
"Sen nasıl beni dinlediysen bende seni öyle sıkılmadan dinlerim."
"Peki. Başlayalım. Ben aşka inanmazdım. Hayatıma giren onca kızı oyuncak olarak görürdüm. Bir ara annem dayanamadı ve kızların oyuncak olmadığını söyledi bana. Bir daha herhangi bir kızla oynarsam beni döveceğini söyledi. Acımaz döver sonrada gece yanımda yatar. Biliyorum huyunu. Sonra bir kızdan hoşlandım. Çıkmaya başladık. Herşey çok güzel. En azından benim açımdan. Çünkü değiştim. Ardından ailesi kızı bir herifle evlendirdi. Birden oldu ve şok oldum. Meğerse kız zaten nişanlıymış ve benim evlenince haberim oluyor. Eve gittiğimde aynanın karşına geçtim ve yaktığım canların bedeli olduğunu söyledim kendime. Anneme de yürütemeyip ayrıldığımı söylemek için salona indiğimde babamı ve abimi karşısına almıştı. Bende yanlarına geçince alıştıra alıştıra kanser olduğunu söyledi. O gece tamı tamına dokuz kum torbası patlattım. İki yıl boyunca kendimi anneme verdim. Tedaviler ilaçlar hep yanında oldum. Üç ay önce vefat etti. Bir hafta evde kaldım. Sonrada kulübeye yerleştim. Devamı mâlum."
İkimizin de hayatında boşluklar vardı. Anne ve baba. Tamamlanamayacak iki koca boşluk.
Yüzüne bakarak "Kadere inanır mısın?" diye sordum. Sorun âni geldiği için şaşırdı.
"İnanırım. Ama kafamı kaşısam kader demem. Olduğu ölçüde. Neden?"
"Ben şu andan itibaren inanıyorum."
"Fikrini ne değiştirdi?"
"Bilmem... Hâ! Sen o zaman annenin yanına geldin değil mi?"
"Evet. İşin bittiyse gidelim mi?"
"Gidelim."
Ben mezar taşını öperken Yiğit ilerlemişti. Ona yetişip aynı anda arabaya bindim. Çantam kucağımda otururken üstüme doğru eğildi ve emniyet kemerini taktı. Mezarlıktan uzaklaştığımızda müzik açtım.
"Bu albümde sadece Teoman var. Değiştirebilirim istersen."
"Sıkılana kadar yolumuz var."
Aşk kırıntıları arabada farklı bir hava yaratmıştı. Yeni şarkıya geçınce Yiğit "Unutmuşum ya! Arkada dün gece çekildiğimiz fotoğraflar var." dedi. Üstünde fotoğraf makinesi olan poşeti kucağıma alıp çantamı arkaya koydum. On tane zarf vardı.
Pınar & Barış
Karışık
Hazan & YiğitÖnce 4 tane olduğu için 'Karışık' yazan zarfın içindeki fotoğrafları izledim. Sadece dördümüzün olduğu fotoğraflar vardı. En son gitmeden önce fotoğraf çekilmiştik ve Yiğit eliyle hafifçe belime dokunmuştu. Hatırlayınca yine ürperdim. Bir fotoğrafta masada çekilmiş ve biz Yiğitle bakışıyoruz.
"Bu zarftan neden dört tane diğerlerinden de ikişer tane var?"
"Karışık hepimize birer tane. Hazan&Yigit sadece ikimize. Pınar&Barış ikisine birer tane."
"İnce düşünülmüş."
"Evet. Çantana atabilirsin problem olmaz."
Pınarın zarfında inceledikten sonra benimkini incelemeden çantama attım.
Okula vardığımızda Pınara haber verdim. Dersimize biraz daha zamanımız olduğu için kafede çifte kumrularla buluştuk. Yiğit onların zarfını getirip kendi zarfını arabada bıraktı. İkisi heyecanla fotoğrafları izlediler. Ben ise izlemek istediğim hâlde bizim footğrafları eve saklıyorum. Eve gitmeden önce çoklu çerçeve ve bir kaç tane tekli çevreçeve alıp beğendiklerimi çerçevelemeyi düşünüyorum.
Günümüz seyrinde geçmişti. Pınarla züccaciyeye gitmeye karar verdik ama Barışla geldiği için arabası yoktu. Barış mırın kırın edince sinirlendim ama sesimi çıkarmadım. Bol bol uyarılarla eve yakın olan ve güzel çerçevelerin olduğu yere girdik. Bir kaç tane çerçeve alıp evlerimize geçtik. Bize gelmesini çok istesem de işi olduğunu söyleyip eve gitti. Ben ise çok heyecanlı bir şekilde zarfı açmayı bekliyordum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
MELEK
Teen Fiction"Meleğim... Tüm İstanbul şahidim olsun ki seni herkesten her şeyden çok seviyorum. Geceme güneş gibi doğdun ummadığım bir anda. O güneş hiç batmasın istiyorum. Benimle... Evlenir misin?"