songs;
-Enya - Listen to the rain
-Enya - Caribbean blue
-Enya - May it be
Zaman gerçekten de akan bir suydu. Fakat bu suyun berrak mı yoksa bulanık mı olacağına hayat karar veriyordu.
Akan suda oradan oraya savrulurken tam iki hafta geçmişti Türkiye'ye döneli. Her anım Direnç ile geçiyor, onu bir an olsun yalnız bırakmıyordum. Çünkü geçen üç sene yeteri kadar ayrı kalmıştık zaten. Şimdi ise kaybettiğimiz zamanın bedelini hiç ayrı kalmayarak ödüyorduk.
Günden güne zayıflaşan bedeni dikkatimden kaçmıyor, bu bana tarifi olmayan bir acı veriyordu. Gözlerim önünde eriyip gitmesi kabul edebileceğim bir şey değildi. Sırf üzülmeyeyim diye bazen beni istemiyordu yanında.
Böyle bir adamdı işte o. Hastalığını değilde, hastalığına üzülmeyeyim diye beni düşünüyordu.
Şuan ise tam karşımda sessizce uyuyordu. Dalgın bir şekilde beyaz tenine en çok yakışan kirpiklerini izliyordum. Doktorlar son zamanlarda bu kadar çok uyumasının ve yorgun düşmesinin normal olmadığını söylediğinden beri her an tetik üstündeydim. Tek isteğim biraz daha enerjik ve kendinde olmasıydı.
Çoğu zaman sıkıca ellerimi tutarak ya da göğsüme kafasını yaslayarak uyuyordu. Sırf yokluğumu hissetmesin diye ellerini bırakmıyordum. Belki içten içe ona güç verdiğimi düşünüyordum. Zaten ihtiyacı olanda bir nebze güçtü.
Karel ve Cenk evlerine döndükleri için Cenk haftanın iki günü İstanbul'a geliyor ve son gelişmelere bakıp geri dönüyordu. Direnç'in annesi ve kız kardeşi Ela buraya taşınmak için son hazırlıkları yapıyorlardı. Kısacası herkes Direnç için seferber olmuş durumdaydı. Tüm bunlar Direnç için moral oluyordu. Sevdiklerini yanında görmesi onu mutlu ediyordu.
"Güneş." diye mırıldanarak gözlerini araladığında hemen daldığım yerden sıçrayıp "Efendim? İyi misin? Bir şeye mi ihtiyacın var?" diye sordum. Gözlerini tam olarak araladı ve dudaklarını ıslattı. Yavaşça yatakta doğrulurken pür dikkat onu izliyordum.
"Su verir misin?" dediğinde kafamı sallayıp bir bardak suyu doldurdum ve tekrar yanına oturdum. Bardağı alırken eli elimin üzerinde uzun bir süre kaldı ve gülümseyerek gözlerime baktı.
"Ne?" dedim gülerek. Uzanıp saçımı kulağımın arkasına itekledi ve dudağımın kenarına küçük bir buse kondurduktan sonra suyunu içti. Gülümsemeden edemedim.
Bardağı yerine bırakıp bacaklarını yataktan aşağı salladı. "Yürümek istiyorum." dedi. Kafamı sallayıp koltukta duran ceketimi üzerime giydim ve sonra Direnç'İn üzerine de bir ceket giydirdim. Odadan çıkınca elimi tuttu ve yavaşça yürümeye başladık. Koridorun sonundaki asansöre binerek alt kata, oradan da bahçeye çıktık.
Hava yağmurluydu ama sırılsıklam olacak kadar değildi. Bu Direnç'in hoşuna gitmiş olacaktı ki gök yüzüne bakıp derin bir nefes aldıktan sonra gülümsedi. "Hava muhteşem." dedi. Biraz daha sıkıca elini tuttum ve başımı omzuna yasladım.
Yavaşça ıslak zeminde yürürken önümüze çıkan ilk kamelyaya oturduk. Yağmur biraz daha artmıştı ve insanlar oradan oraya koşturmaya başlamıştı.
Direnç elini omzuma atarak beni göğsüne çekti ve bir süre sadece saçlarımı kokladı. Bu bana eşsiz bir huzur vermişti. Kollarında olduğum her an mutluydum zaten.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Cennetin Lekesi (TAMAMLANDI)
General FictionRuhu, aydınlığın karanlık mahzenlerine saklanmıştı. O bir lekeydi. O...Cennetin Lekesiydi.