MULTİ; İPEK VE BULUT. (yeni sezonda ki yeni karakterler.)
Ayaklarıma batan çakıl taşları kıyıya vuran dalgayla tabanımdan usulca süzülürken, rüzgar epey uzamış saçlarımı birbirine katıp uçuşturuyordu. Sessizliğe konuk olan esinti ve güneşin batışı güzel bir akşamında habercisiydi adeta.
Gülümsedim.
Bir kaç genç kızıl güneşin yarattığı ortama ayak uydurmak için daire şeklinde oturup şarkı söylüyorlardı. Yanlarından geçerken ruhuma bir kaç nota dokunmuştu. Bu güzel bir histi.
Yürümeye devam ettim.
Kuşlar suyun üzerinde sek sek oynarcasına, özgürce kanat çırparken onları izlemenin beni de özgür hissettirdiğini anlamıştım.
İngiltere. Dünyanın en güzel ülkesi olabilirdi. İki yıldır buradaydım ve İstanbul'u bir nebze özlemiyordum. Çünkü beni özgür hissettiren sadece kuşların kanat çırpışı değildi. Buraya geldiğimden beri hep özgür hissediyordum.
Ah, kafanız karıştı değil mi? Gelin size en başından anlatayım...
Direnç beni bırakıp gittikten sonra elbette uzunca bir süre toparlanamadım. Kazandığım sınava bile sevinememiştim onun yüzünden. İğrenç bir yaz tatili geçirmiştim. Herkes şoklar içindeydi ve kimse hiç bir şey bilmiyordu. Cenk bile. Giderken annesine ve kız kardeşine de haber vermemişti. Öylece herkesi ardında bilinmezliklerle bırakıp, çekip gitmişti.
Ağabeyim girdiğim bunalımdan sıyrılmam için bir çok yöntem denemişti fakat hiç biri fayda etmemişti. Çünkü Direnç'e duyduğum öfke içimde günden güne büyüyor ve beni yeyip bitiriyordu.
Onu unutmak mümkün değildi. Yaşattıklarını, yaşadıklarımızı, her anımızı kendi elleriyle kazımıştı ruhuma, nasıl olur da ondan vazgeçmemi isteyebilirdi ki?
Çok ağladım. Tükettiğim göz yaşları toplansa, bir şehrin iki yıllık su ihtiyacı karşılanırdı. Yazdığı mektubu defalarca yırtıp daha sonra tekrar yapıştırmıştım. Keşke kalbimde kırıldığında tekrar tutkalla yapıştırılabilen bir şey olsaydı diye düşündüm hep.
O sırada tatil bitmiş ve okul zamanı gelmişti. O çok istediğim bölüm olan, İngiliz dili ve edebiyatını kazanmıştım. Okul başlarda biraz da aklımı meşgul etmişti ve Direnç'in üzerimde bıraktığı etkiyi atar gibi olmuştum. Ama geceleri yatağa girdiğimde yine de aklımı kaçıracak gibi oluyordum.
Bir dönem okuluma devam ettim. O sırada Karel doğum yaptı ve çok güzel bir kızı oldu. Adını ise Cenk'İn ısrarı ile Nihal koydular. Onlar çok mutluydu fakat hep Cenk'i gözlemledim. Kardeşi ortalıktan kaybolmuştu ama o her zamankinden daha mutluydu. Hep bu yüzden bir tarafım Cenk'İn her şeyi biliyor olduğunu düşündü. Ama fazla durmadım üstünde. Çünkü yorulmuştum. Ayrıntılara girecek halim yoktu. Gitmişti işte. Öylece bırakıp gitmişti.
Ve bir gün, karşıma biri çıktı ve beni tamamen başka dünyalara, öncelikle İngiltere'ye sürükledi.
Bulut. Adı gibiydi. Özgür, neşeli, hayat dolu...sayabileceğim tüm pozitif özellikler onda toplanmıştı. Aynı okulda okuyorduk ve bir gün durup dururken yanıma gelip "Sen tam birlikte İngiltere'ye gidilecek kızsın. Hadi kalk." demişti. Başta afallamıştım. Hatta bir süre kahkaha atmıştım. Adını bile bilmediğim biri gelip bana başka ülkeye gitmeyi teklif etmişti. O günden sonra çok yakın arkadaş olduk Bulut'la. Bana çoğu şeyi yaşatan da, unutturan da oydu. Sayesinde dünyanın çok renkli bir yer olduğunu anlamıştım.
İstanbul'da gidip eğlenmediğimiz yer kalmamıştı. Sabahlara kadar sokaklarda gezmiş ve çoğu zaman bir bankta da güneş'İn doğuşunu izlemiştik.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Cennetin Lekesi (TAMAMLANDI)
Tiểu Thuyết ChungRuhu, aydınlığın karanlık mahzenlerine saklanmıştı. O bir lekeydi. O...Cennetin Lekesiydi.