Sevgili Biperva92 ;
Bu bölüm sana geliyor, yakala...Yaşadığım bu son iki gün hayatımın en güzel hafta sonuydu sanırım. Gecenin bir yarısı yaptığımız sokak yarışı, yaşadığım adrenalin, hemen ardından bağlara yaptığımız yolculuk başlı başına güzeldi. Bunun üzerine tüm bunları harika bir grubun içinde yapmış olmak anın güzelliğini en üst desibellere taşıyordu.
Napa Vadisinden San Francisco'ya döndüğümüz zaman eve gitmediğimizi anladığımda şaşkınlıkla, "Şimdi ne yapıyoruz?" diye sordum.
Josh, "Bilmiyorum, Josef'i takip ediyoruz," dedi. "Belli ki daha gezdirmek istiyor seni."
Josef'i takibimiz sonucunda kendimizi Çin Mahallesinde bulduk. Aslında San Francisco'ya gelmeden önce bile en çok merak ettiğim yerlerin başında geliyordu buradaki Çin Mahallesi ama şimdiye kadar kimseye bundan bahsetmeye dahi fırsat bulamamıştım.
Tam da tahmin ettiğim gibi otantik bir Çin kapısının altından geçtik ve mahalleye adımımı attığım andan itibaren Amerika'dan bile çıkmış gibi hissettim kendimi. San Francisco'dan attığım bir adımla Orta Asya'ya ayak basmıştım sanki. "Burası Çin değilse ne?" diye düşünürken sokaklarında gezerken öğrendim ki, Asya dışındaki en eski ve en büyük Çin Mahallesiymiş burası.
Kırmızı, adete hakimiyet kurmuştu sokağa. Çin fenerleri, tabelalar, dükkanların önüne vuran ışıklar, büyük harfli yazılar, dükkanlara asılı küçük, üçgen şeklindeki bayraklar hep kırmızıydı. Kırmızı dile gelecek olsa, "Burada benim sözüm geçer diye," bağıracak hissi uyandırıyordu insanda.
Ben daha yeni yeni adapte olmaya başlıyordum ama hepimizin karnı zil çalmaya başlayınca gezmeye ara verip bir restorana oturduk. Yalnızca Çin yemekleri vardı tabi. Çekik gözlü geleneksel Çin kıyafetlerinin içine girmiş olan garsonlardan biri masamıza geldiğinde benim ne yiyeceğim hakkında hiç fikrim yoktu.Bu yüzden tercihi arkadaşlarıma bıraktım ve herkesin ortak kararıyla mürekkep balığı siparişi verdik. Söylediklerine göre ızgarada çok lezzetli oluyormuş ama ben yermiş gibi yapmanın ötesine geçemeyip eve gidince yapacağım soslu makarnanın hayalini kuruyordum. Gezmek uğruna açlığıma biraz daha dayanabilirdim. Tabi öncesinde hala San Francisco'da olduğumuz gerçeğini hazmetmem gerekiyordu.
Tabaklarımız toplanırken Will'in telefonu çalmaya başlayınca masadan kalktı ve bizden uzak bir köşede yanıtladı telefonu. Biraz sonra tekrar masaya döndüğünde, "Josh arayan Biperva," dedi telefonu ona uzatarak.
Önemli bir görüşme olduğu Will'in ifadesinden belli oluyordu. Josh'ın da Will gibi kalkıp bir köşede konuşacağını düşündüm ama o oturduğu yerden telefona uzanıp yanımızda konuşmaya başladı. Yine de sessiz, kısa cevaplar veriyordu. Son derece merak içinde olsam da sadece evet ve hayırlardan oluşan cevaplarından hiçbir şey anlayamıyordum.
Sonunda daha fazla dayanamayıp Will'e doğru eğildim ve sessiz bir şekilde fısıldayarak sordum. "Kim bu Biperva?"
"Josh'ın avukatı," diye beni yanıtlarken o da en az benim kadar sessizce fısıldadı.
"İsmi Biperva mı?"
"Lakabı da diyebiliriz.Gerçek ismini kullanmıyor."
"Bayan mı?"
"Evet."
Will'le bayağı kafa kafaya vermiş dedikodu yapar gibi fısıldaşıyorduk ama merakım bu kadar ağır basarken içine girmiş olduğumuz vaziyete aldırmayıp sormaya devam ettim. "Bir avukat neden gerçek ismini kullanmaz ki?"
"Çok başarılı olduğu için olabilir mi?"
Soruma soruyla cevap veren Josh'tı. Neredeyse masanın altına sokmuş olduğum başımı yavaş yavaş kaldırıp çekinerek ona döndüm. Telefonu kapatmıştı ve belli ki bizim fısıldaşmalarımızı dinliyordu. Bir anda utançtan yanaklarım yanmaya başladı. Zaten başıma ne gelirse meraktan geliyordu. Sessizlik arttıkça yanaklarımdaki baskı da artıyordu. Bu yüzden zorlanarak da olsa konuşmaya çalıştım. "Başarı ismini saklamayı gerektirir mi sence?"
ŞİMDİ OKUDUĞUN
SON YOKUŞ
General FictionOrtak kahkahalarımız vardı oysa bizim; aynı anda, ritimli...