Önümüzdeki hafta boyunca Josh'ı bir daha göremedim. Kendimi sürekli, böylesi çok daha iyi diye avutsam da hiçbir şeyin daha iyi olmadığını içten içe biliyordum. İçimde durmadan beni kemiren bir kurt vardı sanki. Nerededir, ne yapıyordur, Alexis'le beraber midir, diye düşünmekten delirecek gibi hissediyordum ve buna rağmen inadım yüzünden Will'e dahi onunla ilgili bir şey sormuyordum.
Josef ve Emma'nın benim için endişelendiklerini gözlerinden anlayabiliyordum. Bazen suskunluklarını bozup, "Hayattan zevk almayı bıraktın sen, farkında mısın?" diye takılıyorlardı bana. Mia'nın endişesi ise daha üst boyuttaydı. Bir an bile yalnız bırakmamaya çalışıyordu beni. Ona, çoğu zaman, "Abartma istersen," diye çıkışsam da peşimde dolaşmaktan vazgeçmiyordu.
Durum böyle olunca şirketteyken, içimde kopan fırtınalardan haberi olmayan Will ve Anthony ile birlikte vakit geçirmek daha kolay geliyordu bana. Tabi, her tarafımız Amanda'nın radarlarıyla çevriliyken Anthony ile vakit geçirmek ne kadar rahattan sayılabiliyorsa. İşin ilginç yanı ise, Anthony Amanda'nın bu tavırlarını hiç fark etmiyor gibi rahat gözüküyordu. Üstelik Anthony sadece bana karşı değil, gördüğüm kadarıyla herkese karşı böyle sıcak kanlıydı. Amanda'nın tavrı sadece bana mı özel yoksa herkesin peşinde mi böyle dolaşıyor diye düşünmeden edemiyordum.
Will ile sohbet ederken ise konuyu mutlaka en az bir kez Josh'a getiriyor olmasından rahatsız oluyordum. Hazırlıksız bulunduğumda onun adının geçmesi bile kalbime kılıçla çizik atılmış hissini yaşmama sebep oluyordu ama Will'e de kızamıyordum tabi. Tüm hayatı Josh olan bir adamın ondan bahsetmemesi mümkün müydü?
Bir de evde yalnız kaldığım saatler vardı ki en çekilmezi de oydu. Bulutlu bir gecede değilsek, deniz yatağıma uzanıp o küçük yıldızıma dikiyordum gece boyunca gözlerimi. Bunu yapmak bana ne kadar huzur verse de her seferinde, o yıldızı ilk keşfettiğim akşam, şezlonguma oturup kravatını eline dolamış Josh'ın görüntüsünü gözümde canlandırmadan da edemiyordum.
Hava kapalıysa eğer, tercihim hamağıma uzanarak, üzerime battaniyemi atıp kitabımı okumak oluyordu. Hamağımı bağladığım ağaçların ikisini de ışıklandırmıştım ve yerlere de süs fenerleri dizmiştim. Okuduğum yeri süslemek, ışıklandırmak, nerede, ne koşulda olursa olsun zevkli hale getirmek çok eski bir alışkanlığımdı. Çünkü kitap okumak, öyle baştan savma yapılacak bir iş değildi benim için. Okuduğum her satır içime işlemeli, damarlarımda gezinen kan gibi içten içe hissettirmeliydi bana kendini. Ve gecenin sessizliğinde, ışıkları da açıp hamağa uzandığımda böyle hissede hissede kitabımı okumak, eşsiz bir güzelliğe sahip oluyordu benim için. Ta ki; aklım yine Josh'a gidene kadar.
Mia'nın beni ziyarete geldiği bir akşam, ikimizde hamağa oturmuş, usulca sallanıyorduk. Epey serin bir akşam olduğu için üzerimize uzun bir polar atmıştık. Gözlerim yıldızlara takılıyken, "Saçlarımı mı kestirsem acaba?" diye danıştım ona dalgın dalgın.
"Sen depresyonda değilsin," diye karşı çıktı bana.
"Ama öyleymişim gibi hissediyorum."
Ayağını yere indirip hamağın sallanmasına engel olarak bana döndü. "Sen aşık hissetmemek için her türlü duyguyu hissedebilirsin."
Karşı çıkamadım hatta konuşamadım bile. Çoğu zaman Emma ve Josef de benimle ilgili böyle can alıcı, doğru vurgular yapıyorlardı. Bazen, beni benden daha iyi tanıyor olabileceklerinden şüpheleniyordum.
Başlarda iyi ya da kötü, bir şekilde idare edebiliyor olsam da Josh'ı görmediğim günlerin sayısı arttıkça nefes almak bile katlanılmaz bir hal almaya başlıyordu. Akşamın karanlığında yalnız başıma oturmuş, bahçemdeki ateş böceklerini gözlerimle takip ederken, onu görmeden kaç gün geçirdiğimi hesap etmeye çalışıyordum. Saydığım ateş böceklerinden daha fazlaydı bu günlerin sayısı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
SON YOKUŞ
General FictionOrtak kahkahalarımız vardı oysa bizim; aynı anda, ritimli...