Black Mountain- Don't Run Our Hearts Around
Kontrolü sağlayamamak gerçekten de sinir bozucuydu, işlemekte olan düzene müdahale etmeye kalkışmak benim gibi takıntılı bir herif için bile yeterince manyakçaydı, evet ama en azından kendi küçük evrenimde bir şekilde ipleri elime almam gerekirdi, bu yüzden de Jungkook'un varlığını yok saymayı planlamıştım; onun varlığı gerçek bir maddeden kaynaklanmamalıydı, düşsel bir imge olduğuna inanmayı ve kafamın içinde onun gerçek olmadığını kendine kendime ispatlamayı deniyordum ama ne yazık ki o çocuğun en basit alışkanlıkları bile benim merceğime büyük zararlar veriyordu; o çocuk bir avucu doldurmayacak kadar faydalanıyordu belki de duş jelimden-en azından tek sefere mahsus farz edersek-yine de miktarı bir avuç dolusundan daha az olan duş jelinin yokluğu, benim dengemi bozabiliyordu ve bundan daha kötüsü de, izinsiz bir şekilde alanıma dahil olan bu canlının yaşam enerjimi-ya da yaşamımın ta kendisini?-emerek yeniden kurduğu dandik evrene adapte olmaya başlamamdı. Tamam, o kadar da izinsiz değildi. Sonuçta kendi hür irademle Namjoon'u onaylamıştım ama bunun hakkında konuşmak istemiyordum, muhtemelen sarhoş falan olmalıydım ya da izlediğim bir televizyon serisi etkisiyle karların altından gerçekten de sıcak çikolatanın çıktığına sonsuz bir inançla bağlı olduğum o çocuk aklımdaydım.
Eh, fazla masum.
Sonuçları ise katlanılmaz.
Jeon çocuğu o soruyu sorduktan sonra elim ayağıma dolanmıştı, nasıl böyle gereksiz bir cesaret gösterisi yapabilirdi ve ben neden böylesine panik halindeydim? Onu sevdiğim söylenemezdi, hatta ondan nefret ediyordum, onu sevmem kesinlikle imkansızdı, ben ona bir birey olarak bile değer vermiyordum, bu imkansızdı, o çocuk oksijen israfı falandı!
O zaman neden ona "Seni sevmek için nikotine ihtiyacım yok" demiştim? Aptal kafam! Ben tam bir aptalım, ben bir göt deliğiyim, ben-
"Hyung-"
"Kook, salak salak konuşma! İki yıldır birlikte yaşıyoruz, bir geçmişimiz de var! Hayatımın bir parçasısın! Bir şekilde küçücük de olsa bir sevgi kırıntısı barındırmak zorundayım..." dedim hızlıca. Sona doğru sesim kısılmıştı düşen omuzlarımla eş zamanlı olarak. Toparlamaya çalışırken batırıyorum, değil mi?
Neden konuşmaya devam ediyordum ki?
"Yani beni seviyorsun?" Kaşlarını kaldırdı, dudağında çarpık bir gülümseme asılıydı ve ben o gülümsemenin ortasına yumruğumu indirmek istedim.
"Kıçımın kenarı!" diye bağırdım sinirle, kalp atışlarım hızlanmıştı ve vücudum titriyordu. Yumruğumu ona sallamadan önce kendimi tokatlamam gerekirdi.
"Zorunlu da olsa..."
Ayağa kalktı. Bana doğru geliyordu, elimdeki kitabı bir silah gibi ona doğrulttum ve koltukta geriye doğru kaymaya çalıştım ama alan yetersizdi.
"Jungkook, yaklaşma! Bak çok fena olur!"
"Ne yapacaksın ki o minik bedenle?" Kaşları yukarıya doğru gerilirken hafifçe yutkundum.
"B-bu taciz! Bu bir suç!"
"Deme öyle," diye mırıldanarak dizlerini koltuğa yasladı ve elimdeki kitabı aldıktan sonra onu sehpanın üzerine bıraktı, yeniden bana döndüğünde tavşanınkini anımsatan dişlerini gözlerim önüne serdi ve birkaç saniye sonra kendimi onun kolları arasında buldum.
"Benim biricik Yoongi hyungum bana kıyamaz." Kolları beni sıkıca sardı, saçlarımın arasına bir öpücük bırakmadan önce oradan derin bir nefes çekmişti içine. "Hyung, seni seviyorum ve senin de bana değer verdiğini biliyorum."
"O zaman neden öyle şeyler soruyorsun aptal?" Onu itmeye çalıştım ama bana izin vermedi. Kokusu burnumu dolduruyordu, vücut ısısını hissedebiliyordum, hızlanmış kalp atışlarını işitebiliyordum ve bütün bunlardan nefret ediyordum! Nefes almama izin veremez miydi? Bu adil değildi, burası benim evimdi, burada bana böyle davranamazdı, minnet duyması gerekirken o beni zor duruma sokuyordu, sevmediğimi bile bile bana sarılıyordu, saçlarımı öpüyordu, kafayı yememe neden olabilecek her şey bu çocukta toplanmıştı ve ben ona küçücük de olsa değer veriyor olmaktan, hatta ona değer verme düşüncesinden ve ondan nefret ediyordum!
"Hyung?" Sorduğum soruyu görmezden gelerek fısıltı şeklinde konuştuğunda dişlerimi birbirine bastırdım. Hayır, etrafta kesici bir alet de yoktu ki gırtlağını deşebileyim.
"Ne var?"
"Kalbin çok hızlı atıyor, biraz sakinleş... Sana papatya çayı yapmamı ister misin?"
"M-mutfağıma girmen yasak!"
Çok gerilmiştim tabii, bu yüzdendi. Zaten sinirlenince nefesim kesiliyordu benim, vücudum falan titriyordu ve aynen böyle kalp atışlarım dengesizleşiyordu, tansiyonum falan oynamış olmalıydı. Sigara içmeye ihtiyacım vardı!
"Olsun, seni sevmem de yasak sonuçta."
*
Taehyung geldiğinde akşam yemeğini çoktan yemiştik. Hatta öncesinde markete gidip bir şeyler almıştık ev için, tabii Jungkook uslu durmamıştı. Zaten hangi mantıkla onu yanıma aldığımı anlamıyordum, bir sürü gereksiz abur cubur doldurmuştu alışveriş arabasına, ders çalışırken yemek içinmiş güya. Ders çalıştığı nadir zamanlarda kahve dışında bir şey tüketmezdi. Dersleriyle çok da ilgili değildi zaten, bu gidişle bir yıl daha uzacaktı okulunu. Onu biraz azarladım bu konu yüzünden, o ise utanmak yerine salak salak gülmüştü. Sonra da feels geçirdiğiyle alakalı bir şeyler söyledi ama anlamadım. Gençlerin diline dolanan bu tip şeyler bana göre değildi.
Ve bu sayede Jungkook'u neden bu kadar ciddiye aldığımı sorguladım, sonuçta bu nefret onu çok fazla kafaya taktığımın bir göstergesiydi. Yani cidden.... Dört yıldan daha fazlaydı aslında aramızdaki yaş farkı, tam olarak beş olmadığı için öyle söylüyordum. Neden aptal bir çocuk yüzünden kendimi paralıyordum ki ben? Üstelik beyin yaşı benimkinden çok, çok, çook fazla gerideydi.
Jungkook bana papatya çayı hazırlamıştı gerçekten de. Büyük bir gururla fincanı ellerime tutuşturdu, normalde kendine hiçbir konuda bu kadar güvendiğini görmemiştim. Ben...şekersiz içerdim bunu ama o, içine şeker koymuştu. Yine de bunu ona söylemedim. Çayın tamamını içtim. Bana acı vermişti. Ve bu da başka bir şeyi fark etmemi sağladı. Onun canının sıkılmasını istemiyordum. Bazen. Vefalı olduğum bazı anlarda işte. Sonuçta Namjoon'un kardeşiydi yani, bir kalbim vardı benim de. O kadar da değil.
Bir kalbim olduğu için kendimden nefret etmem lazımdı ama ben yine, Jungkook'tan nefret ediyordum çünkü insani yönlerimi ortaya çıkaran, bir kalbim olduğunu bana hissettiren oydu.
"Aptal papatyalar!"
"Hey, şimdi de masum bitkilere mi sinirlendin? Neden? Konuşamadıkları için mi?"
Sesli söylediğimi o konuşunca fark etmiştim.
"Benimle dalga geçme."
"Tamam, tamam. Hadi, yatağa gel. Çok uykum var." Masa lambamı kapatıp kalktım, yorgundum ve uyumak istiyordum. Bu yüzden ona bir şey söylemeden yatağa girdim.
"Hyung, lamba."
"Unutmuşum." Bir tanesi yetmiyordu tabii! İç çekerek benim tarafımda duran abajuru da açtım. Sarı ışık odayı biraz daha aydınlattığında beni çıplak göğsüne çekti.
Şimdi onun kolları arasındaydım, sabah yine kolları arasında uyanacaktım. Sanki hiçbir şekilde sonu gelmeyecekmiş gibi.
"İyi uykular, hyung. Sabah erken kalkıp bizim için kahvaltı hazırlayacağım."
Öyle de oldu. Günüm güzel geçsin diye kahvaltının yanında papatya çayı hazırlamıştı bana. Sonraki günlerde de sürekli olarak aynısını yapıp durdu, hazırladığı çayları sevdiğimi zannediyordu, ben de hiç itiraz etmeden içtim hepsini.
Bu yeni şey de düzene dahil olmuştu.
Parfümlerimi ve duş jelimi kullanması, ayrıyken uyuyamamamız, sabah gitmeden önce yanağımı öpmesi, anahtar kullanmayıp kapıyı benim açmamı sağlaması ve şekerli papatya çayları bizim lanet düzenimizdi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Worse Than Nicotine ✓
Fanfiction"Dudaklarının kenarları, hyung... Ben düşmekte olan yıldızı yakalayamadım. O beni tuttu.'"