Hepinizi çok özledim. İyi okumalar
İstanbul'da lüks bir villanın bahçesinde, tam büyük kamelyanın altında iki beyaz puset vardı. İkisinin de içinde bembeyaz iki bebek annelerinin onlara oynattığı oyunlara gülüyorlar sesleri tüm bahçede yankılanıyordu.
Masmavi gözleri parlıyordu annelerinin ama nedeni güneş değildi. Genç kız bu sabah bambaşka bir dünyaya uyanmıştı çünkü. İmkansız dediği her şeyin tek tek gerçekleştiği bir dünyaya.
Aşkın elle tutulur, gözle görülür bir hale geldiği dünyaya. Şimdi pusetlerinde annelerine gülümseyen iki bebeğine baktığında eğer kendini bu kadar mutlu, geleceğe dair umutlu ve korkusuz hissediyorsa bundandı.
Berzan ona dün gece defalarca onu sevdiğini söylerken, kocasının gözlerinde gördüğü gerçekti. Şimdi bütün bahçe Dilan'ın hissettiği mutlulukla dolmuştu sanki, Berzan verandadan Dilan'a ve bebeklerine bakarken bunu düşünüyordu. Dayanamayıp yanlarına ilerlerken Dilan oğlunu kucağına almış öperken o da uzanıp annesinin gözlerini taşıyan Duru bebeği kucağına almış şefkatle göğsüne yaslamışken diğer eliyle de Dilan'ın belini tutup önce kucağındaki yine annesinin gözlerini taşıyan Umut bebeğin sonra da Dilan'ın alnından öpmüştü.
O an Dilan'la göz göze gelmiş karısının bir kez daha alnından öperken konuşmaya ihtiyacı yoktu. Dilan onun ne demek istediğini bakışlarından da anlardı. Sadece gözleriyle Dilan'a deli gibi haykırabilirdi o; Çok seviyorum seni, gözlerin gözlerime değdiği her an nefesim kesilircesine...
--------------
Tam o sırada İstanbul'dan kilometrelerce uzakta başka bir adam daha vardı. Çalışma masasının başında oturmuş kara kara düşünen bir adam. Kolay değildi onun da işi. Aşiretin işleri, şirketin işleri, işçilerin işleri neyse de bir de küçük karısı vardı, aman Allah'ım. En zoru o küçük cadıyla uğraşmaktı işte.
Zeynep hanım yine küsmüştü ona, neymiş İstanbul'a gidip de iki gün kalıp dönemezmiş gitmişken ne olurmuş iki hafta kalsaymış. Yahu iyi tamam kal da hani hamilesin ya yeşil gözlüm, bir tanem, hani doğumuna çok az kaldı ya evimizde olalım, doktorumuza yakın olalım değil mi?
Yok, o yeşil gözlerini anında doldurmuyor muydu yaşlarla, tabi Ömer Ağa en çok buna dayanamazdı adı gibi biliyordu. Yaptıkları derin münakaşa sonrası neyse ki yolculuk bir hafta olacak şekilde ayarlanmıştı.
Ömer Ağa biletleri ayarladığı esnada kapı çaldı. Gelen çok şükür ki karısı değil Ahmet'ti.
Ahmet son zamanlarda abisinin Zeynep'ten nasıl çektiğini bildiğinden abisine takılmadan edemedi.
"Hayırdır abi, yengem yine gizlice arabayı mı aldı yüzün yine düşmüş."
Ömer Ağa sert sert kardeşine bakıp, "O işte Zeynep kadar Burcu'nun da hatası var hatırlatıp sinirlendirme beni."
Ahmet Burcu'nun adını duyunca hemen atarlandı.
"Ne alakası var Burcu'yla abi yengem senin haberin var demiş, kız ne bilsin aşiret basmaya gittiklerini."
Ömer Ağa o günü hatırlayınca kan beynine sıçradı yeniden, gözlerini kapattı. Bacaksız, dedi içinden, boyuna posuna bakmadan, karnında yedi aylık bebekle bunu da yapmıştı Dağhanlıların hanımı.
Küçük bir aşiret olan Karalıların evini basmış, "Siz nasıl okumak isteyen kızınızı evlendirmeye kalkarsınız?", diye ortalığı birbirine katmıştı hem de sosyetik gelinleri Burcu'yla.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
MARDİN'İN GÜNEŞİ (Devam Ediyor)
RomansaSu gibiydi iki genç kız da. Öyle narin öyle güzellerdi. Birinin adı Zeynep'ti. Bakanlar gözlerini alamazlardı. Babasının en değerlisi, mücevheri, güneşiydi. Birde Mardin'in ağası vardı. Ömer Ağa. O bir şey isterse olurdu, kimse karşı gelemez gelmeye...