"GEÇMİŞ"

146 11 7
                                    

2 YIL ÖNCE

Temmuzun ortası. Büyükannem öleli birkaç hafta oldu. Canım o kadar acıyor ki dünyadaki en büyük acının bu olduğuna eminim. Kalbimin ortasında kocaman bir yara var ve durmaksızın kanıyor sanki. Saatlerdir oturduğum kütüphanede pencereden dışarı baktım. Havanın karardığını bile fark etmemiştim. Görevlinin sessizce yanıma gelip bir şeyler mırıldandığını duyuyordum ancak zihnimde dönüp duran tek şey içinde olduğum yalnızlıktı.

Ne söylediğini net olarak duymamıştım ama duvardaki saate bakınca tahmin etmem zor olmadı. Saat neredeyse on bir olmak üzereydi ve çıkmam için birkaç dakikam kalmıştı. Burası sık sık geldiğim kütüphaneydi. Ne zaman yapacak bir şeyler bulamasam ya da ne zaman yalnız hissetsem buraya gelirdim. Kütüphanede çalışan herkesi tanırdım. Bu gece de Orhan amcanın vardiyası vardı. Oldukça yaşlı olduğu için bazen içeride kimsenin kalıp kalmadığını kontrol etmeyi unutup kütüphaneyi kilitleyebiliyordu. Bunun için pek çok kez uyarıldığını biliyordum. Fakat hala burada çalışmaya devam ediyordu.

Kulaklığımı çıkarıp etrafa bakarken benden başka kimsenin kalmadığını fark ettim. Sandalyemi oldukça sesli bir şekilde itip hızla oturduğum yerden kalktım. Merdivenleri büyük adımlarla inip girişe geldim. Görevli masası boştu. Bakışlarımı demir kapıya çevirirken kapıdan gelen kilit sesiyle hızla kapıya koştum. Az önce yanıma gelip bana bir şeyler söylemiş olmasına rağmen beni buraya kilitleyip gidemezdi, değil mi?

O fazlasıyla yaşlıydı, elbette yapabilirdi. Nabzımın hızlandığını hissediyordum. Ellerimi kapının buğulu camına yaslayıp dışarı bakarken bağırdım.
  
“Hey, hala buradayım!” Hızla cama vurdum. Ama çırpınışlarım işe yaramıyordu. Arkasını dönmüş giden adam beni duymuyordu. “Lütfen, hala buradayım! Hey!”
  
Çıkardığım gürültü boş kütüphanede yankılanırken pes ederek sırtımı kapıya yasladım. Resmen kütüphanede kilitli kalmıştım. Elim hızla telefonuma giderken durdum. Haber vermem gereken kimse yoktu. Büyükbabamı arayamazdım çünkü hastanedeydi. Büyükannem ise… Artık yoktu.

Annem ve babamı aramak ise aklımdan bile geçmiyordu. Onlarla konuşmak hatta uzun süre görmek bile istemiyordum. Burada günlerce kalsam haberleri bile olmayacak ebeveynlerimi neden arayacaktım ki. Gözyaşlarım yanaklarımdan akarken yeniden yukarı kata çıktım. Az önce kalktığım sandalye bıraktığım gibi dururken yorgun bedenimi üzerine bıraktım. Bütün gün burada oturmuştum ama kendimi hiç olmadığım kadar yorgun hissediyordum. Kafam bir beton kadar ağır geliyordu. Gözlerimi kapattım ve günlerdir yaptığım tek şeyi yaptım. Sessizce ağladım. Fakat bu kez başka bir şey oldu. Yalnızlığımı bölen o sesi duydum. Karşımdaki sandalyenin çekilmesiyle gözlerimi açtım. Karşımda düzgün taranmış saçları, mavi gözleri ve yüzündeki gülümsemeyle bana bakıyordu.
  
“Burada çok fazla kilitli kaldım ama ağlamak hiç aklıma gelmemişti,” dedi. Bunu o kadar normal bir şey gibi söylemişti ki şaşırdım. Sanki bir yerlerde kilitli kalmak onun için rutin bir şey gibi rahattı. Ağlamaktan akan burnumu çektim. Bunu yaparken çıkan sesten utanmıştım. Ama o bunu umursuyor gibi görünmüyordu. Yüzündeki gülümsemeyle hala bana bakıyordu.
  
“Onun için ağlamıyorum ki,” dedim çatlak çıkan sesimle. Oysa onun sesi ne kadar güzeldi. Yanaklarım kızardı. Nasıl göründüğümü merak ettim. Acaba saçlarım düzgün müydü? Onunkiler fazlasıyla düzgün ve güzeldi. Büyükannem saçlarımın bir peri kızınınki kadar güzel olduğunu söylerdi. Saçlarımı seviyordum. Omzunda takılı duran çantasını masanın üzerine koydu. Parmakları masanın üzerinde hafif bir ritim tutuyordu. Üzerindeki mavi tişört gözlerini daha da ortaya çıkarmıştı. Bakışları o kadar dikkatliydi ki bundan biraz rahatsız oldum.
  
“Neden ağlıyorsun?” dedi. O an ilk kez birine her şeyi anlatmak istedim. Yalnızlığımı anlatmak istedim. "Çok mutsuzum!" diye bağırmak istedim. Onun, birkaç saniye önce görmüş olduğum bir yabancı olduğunu umursamadan her şeyi anlatmak istiyordum. Elimin tersiyle ıslanmış yüzümü sildim. Gözlerimi kırparken bakışlarımı aşağı indirdim. Tanımadığım birinin gözlerine bu kadar uzun bakmamalıydım.
  
“Çünkü canım acıyor,” dedim. Kafamı kaldırıp bakamadım. Bana acıyor muydu? Belki de öyleydi. Bunu görmek istemiyordum. Onun bana acıması fikri nedensizce hoşuma gitmemişti. Parmaklarım kucağımdaki çantanın kulpunu sıkıca tutarken kafamı salladım. Bunu ona söylememeliydim. Onu tanımıyordum bile. Ritim tutan parmakları durdu.
  
“Bir kitapta okumuştum. Bilge şöyle diyordu: ‘Acının en dayanılmaz olanı ona direnmemektir.’“ dedi.
  
Kendinden emin çıkan sesi bir o kadar da zarifti. Kafamı kaldırıp gözlerine baktım. Gözleri parlak bir gökyüzü gibiydi ve ben ipi kopmuş bir uçurtma gibi onun gözlerine savrulduğumu hissediyordum. Sağ elini yavaşça masanın üzerine uzattı ve avucunu açtı. Bileğinden başparmağına doğru uzanan dövmeye baktım. Bu bir kuş tüyüydü. Mavi ve lacivertin uyumu muhteşemdi.
  
“Güzel, değil mi?” dedi.
  
Kafamı yavaşça salladım. İşaret parmağını tüyün tam ortasındaki kalın çizgi boyunca kaydırarak, “Şunu fark ettin mi?” dedi. Gözlerimi kısarak masaya doğru eğildim. Kafamı olumsuzca salladım. “Bak tam şurası,” dedi bileğini biraz daha yaklaştırarak. “Bu bir yara izi.”
  
Kaşlarım şaşkınlıkla havaya kalktı. Çizgiler o kadar kusursuzdu ki eğer söylemeseydi bunun bir yara izi olduğunu anlamam mümkün değildi.
  
“Acı, yaranın eseridir. Eğer sadece acıya direnirsen yarayı kabul etmiş olursun ama yaraya direnir, onu yok sayarsan sana acıyı da unutturur,” dedi ciddi bir sesle. Bileğini geri çekti ve gülümseyerek arkasına yaslandı. “Yani anlayacağın bizim bilge bu işi bilmiyor!”
  
Bir anda değişen ifadesiyle dudaklarım günler sonra ilk kez kıvrıldı.
  
“Ben Selim,” dedi az önce çektiği elini tanışmak için yeniden uzatırken. Sıkmaktan uyuşmuş parmaklarımı gevşetip tereddütle elini sıktım.
  
“Elif,” dedim.
  
Sesim tereddüt etmeme rağmen, hatta uzun zaman sonra ilk kez titrememişti ama elime değen eliyle kalbim de deli gibi titriyordu.

SIRÇA KÖŞKÜN DELİSİHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin