Hala hızla alıp verdiğim nefesler başımı döndürüyordu. Olduğu yerde öylece duruyordu. Arkasına dönmedi. Bunu fırsat bilerek adımlarımı ilerlettim ve aramızdaki mesafeyi kapattım. Şimdi aramızda sadece bir adım vardı. “Son sorumdu bu,” dedim kesik kesik. Hala öylece duruyordu. Şaşırmış mıydı? Belki de daha özel ya da ona göre daha saçma gelecek bir soru sormamı bekliyordu. Ona kalsa tüm sorularım saçmaydı.
“Cevap verecek misin?” dedim.
“Annemin söylediğini sanıyordum,” dedi saniyeler sonra. Sesinde hafif bir şaşkınlık vardı.
“Söylese neden tekrar sorayım?” Yavaşça arkasını döndü. Kaşları çatılıydı. Yine.
“Benden duymak için…” dedi. Annesiyle konuşmuştuk ancak onunla ilgili çok fazla konuya girmemiştik. Girmiştik ancak bu kadar özel değildi. Eğer biraz daha kalsaydım belki de şuan bu sorunun cevabını biliyor olacaktım. Demek ki burada kalmasının önemli bir sebebi vardı. Sesindeki belli belirsiz şaşkınlığa da bakacak olursak bu, annesinin bahsetmesini istemediği bir şeyler olduğundan şüphelenmeme neden oluyordu.
“Bunu neden isteyeyim ki, ne fark eder?” dedim omzumu silkerek. Arkasını döndü ve aramızdaki bir adımlık mesafeyi kapattı. Uzun boyu ve sert nefesi yüzüme vuracak kadar yakınımda oluşu yüzüne bakmamı zorlaştırıyordu. Hangisi daha zorluyordu emin değildim ancak zordu. Gözlerine bakabilmek için kafamı hafifçe kaldırmak zorunda kaldım. Gergin yüzü, gür sakalları, gülmese de belli olan gamzeleri, hafif yanık teni ve kaşlarını çattığından kırışan alnına dökülen saçları tam önümde duruyordu. Şimdiye kadar sadece alnına dökülen tutamları görmüş olsam da oldukça gür, sağlıklı ve yumuşak olduğuna emindim. Parmak uçlarım sızladı. Ellerimi yumruk yapıp fark etmemesini umarak yavaşça hırkamın cebime soktum. Dokunsam sadece bir nefeslik mesafe kadar uzağımdaydı. Bunun düşüncesiyle yutkundum. Bunu düşünmemeliydim. Yutkunuşumla hafifçe kısılan bakışları birkaç saniye sonra normale döndü ve parmaklarım da en az dudaklarım kadar sessiz olmayı seçti.
Ne düşündüğümü anlamaya çalışır gibi bakıyordu. Bunu anlaması hiç iyi olmazdı. Yine de seviniyordum, kalbimin birazdan ayaklanıp koşacak kadar hızlı atışını duymadığı için seviniyordum. İçimi hafif bir huzursuzluk kapladı. Üzerimdeki bu manasız etkisine bir anlam veremedim.
“Çok şey fark eder, yabancı…” dedi saniyeler sonra kafasını yana yatırarak. “Eğer sorduğun sorunun cevabını öğrenirsen, bunu sana ben söylersem…” diyerek parmağını göğsüne bastırdı ve ben kelimesini biraz daha baskın söyledi.
“Ne fark eder?” dedim fısıltıyla.
“Artık yabancı olmayız,” dedi. Kelimelerini tane tane, yavaşça söylerken sesi bir anlam çıkarmamı engelleyecek kadar ifadesizdi.
“Belki de zaten değilizdir. Bana pek çok kez yardım ettin. Üstelik benimle ilgili çok şey biliyorsun. Sence de hala yabancı-” derken kaşlarımı çatmama neden olan kısa ama ifadesiz bir gülüşle aramızdaki mesafeyi açıp eliyle alnını sıvazladı.
“En başında dediğim gibi,” dedi parmaklarıyla şakaklarını sıkıp kafasını hafifçe sallayarak. “Yalnızca kendini kandırıyorsun. Sorunlarından kaçıp bu dağ başına geldin, yalnız kalıp, yaşadıklarından, insanlardan uzaklaşmak için… Ama bak, buradasın…” Parmağını ikimizin arasında salladı. “Benim yanımdasın. En son olman gereken kişinin yanında… Üstelik benimle gelmek için dökmediğin dil kalmadı, değil mi?” dedi. Dudaklarım aralanırken söyleyecek tek bir sözüm yoktu. Anlamsızca geveledim. “Ben… Sadece…”
“Sen sadece kendini kandırıyorsun. Senin yalnızlığa falan ihtiyacın yok! Senin yaralarının sarılmasına, iyileşmeye ihtiyacın var. Seni iyileştirecek birine… Ama o ben olamam, yabancı. Ben doktor değilim! Sana dedim, bir kez daha söylüyorum, yanlış yerdesin. Ne kendini kandır ne de beni oyala!” dedi.
Sesi otoriterdi. Sözleri ise oldukça netti. Gözlerimi sert bakışlarından ayaklarıma indirdim. Haksız mıydı? Onunla ne zaman konuşsam kendime bu soruyu soruyordum ve şimdiye kadar aldığım tek bir cevap vardı. Değildi.
Kendime her seferinde aynı şeyi söyleyip durmuştum; yalnız olmalıyım, yalnız kalmalıyım! Buraya bunun için gelmiştim. O yıkık dökük evi yaşanacak hale getirmek için çok uğraşmış, kendime ellerimle bir yalnızlık mabedi inşa etmiştim. Başarabilmiş miydim, asla! Eğer başarmış olsaydım burada olmazdım. Eğer bu amaç için çıktığım yolda o amaca uymuş olsaydım şimdi, tam şuanda çaresizliğimin yüzüme vuruluşuna şahit olmazdım. Yine haklıydı; kendime sürekli onun benim hayatıma girdiğini söylesem de asıl ben onun hayatının ortasına dalmıştım. Buraya da bir kuyruk gibi peşinden gelmiştim. Ayakkabılarımdaki çamur gibi hayatına yapışmıştım.
Şimdi de yüzüme vuruyordu işte. Ona verecek bir cevabım yoktu. Haklıydı. En başından beri söylediği her şeyde haklıydı. Ancak bu kez sözlerinin canımı acıtması söylediklerinin gerçekliği değil bana karşı bu kadar saldırgan olması ve bu kez gerçekten canımı acıtmak istediğini düşünmemdi.
Sıkıntılı bir nefes verdi. Arkasını döndü ve yürümeye başladı. Bakışlarımı geniş sırtına çevirdim. Sessizce peşinden gittim. Söyleyecek hiçbir şey gelmiyordu içimden. Tüm sorular uçmuş, içimi keskin bir balta gibi irdeleyen merak körelmişti. Adımları bu kez daha yavaştı. Aksine yetişecek gücümün kalmadığını mı yoksa sözlerinin bedenime bir beton kadar ağır geldiğini anladığından mıydı, bilmiyorum. Dakikalar sonra ağaçlar seyrekleşti. Geldiğimiz yoldan geri dönmemiştik ancak yine dar orman yoluna girdik ve tanıdık arazi gün yüzüne çıktı. Bay yabani hızlanan adımlarla evine yönelirken sert adımlarla hızla verandasına çıktı. Kendi evime gitmek için yürüdüm. Adımlarım verandanın önünde durdu. Bay yabani cebinden çıkardığı anahtarı kapının deliğine soktu ancak kilidi çevirmedi. Sırtı dönük öylece duruyordu. Bir süre bekledi. Bekledim. Sonunda kilidi çevirdi ve kapıyı sertçe çarparak içeri girdi.
Hava karardı. Birkaç ince odun parçasıyla yaktığım şömine odanın ısısını yükseltmeye yetmişti. Uzandığım kanepede bacaklarımı karnıma çekmiş dakikalardır sehpanın üzerindeki telefonumla bakışıyordum. Elim birkaç kez telefona uzanmış ancak her seferinde korkuyla geri çekilmiştim. Sıkıntılı bir nefes verdim. Ve sonra bunun ne kadar saçma olduğunu fark ettim. O Ege’ydi. Benim çocukluğum, benim en yakın arkadaşım, sırdaşım… Aramaktan korkacağım en son kişiydi. Hızla yerimden doğrulup oturdum ve telefonu alarak tuşladım. Kulağıma dolan tok çağrı sesiyle derin bir nefes aldım. Birkaç saniye bekledim ve telefon açıldı. Ancak ses gelmedi.
“Merhaba…” dedim çekingen bir tonla. “Müsaitsin değil mi? Yani eğer değilsen ben daha sonra da arayabilirim. Ya da istersen bir daha-“
“Saçmalama Elif,” dedi sözümü keserek. Ve bu cümle bana rahat bir nefes aldırdı. “Müsaidim.”
“Biliyorsun, ben çoğu zaman saçmalarım. Yani elimde değil, yapıyorum işte…” dedim. Kucağımdaki battaniyenin ipleriyle oynuyordum. Ege bir şey söylemedi. “Bazen de… İstemediğim şeyler söylüyorum, biliyorsun işte sen. Zaten bu arkadaşlıkta aklı başında olan hep sendin.”
“Sen kimseye istemediğin bir şey söylemezsin Elif…” dedi. Sesi sakindi. Normalde bu iyiye işaret sayılmalıydı ancak o Ege’ydi. Sesinin desibeli yüksek, tonu net değilse işler iyiye gidiyor sayılmazdı.
“Söylemezdim…” dedim fısıltıyla. “Elimde olsa söylemezdim, yemin ederim…” Gözlerim doluydu. Boğazımda ufak ama nefesimi kesen bir yumru vardı. “İçimde öyle büyük bir öfke var ki... Sanki beni yok ediyor. Yavaş yavaş, günden güne beni yok ediyor gibi.”
“Öfkenin sebebi sadece gördüklerimi söylemem mi? Gerçek olduğunu düşündüğüm şeyi söylemem mi?”
“Hayır!” dedim itiraz ederek. “Elbette değil Ege. Ben sadece… Artık eski Elif değilmişim gibi hissediyorum. O eski uyumlu, sakin, insanları incitmeyen Elif gitmiş yerine bambaşka bir Elif gelmiş gibi. Sanki içimde öfke kusan bir yanardağ var ve ben onu nasıl durduracağımı bilmiyorum. Önceden böyle değildi. Belki de hep vardı ama onu tutmayı başarabiliyordum. Şimdi… Bunu yapamıyorum.” Ege derin bir nefes verdi.
“Evet, değişen bir şeyler var ama bunlar senin söylediğin şeyler değil. Sen hala benim tanıdığım kızsın. Hala benim dondurmam yere düştüğü için kendi dondurmasını da yere atan kızsın. Tek fark…” Sustu. Söyleyip söylememekte kararsız kalmış gibiydi.
“Tek fark?”
“Artık küçücük kız çocukları değiliz, Elif. Büyüdük. Bugün yine dondurmam yere düşse senin de aynısını yapacağından şüphem olmaz ancak konu zaten bu değil. Değişen bu değil. Değişen zaman. Yaşadıklarımız, yaşadıklarımızdan öğrendiklerimiz, öğreneceklerimiz…” dedi. Islanan yüzümü koluma sildim.
“Yani…” dedim sesimin titrememesine dikkat ederek. “Yine beraber öğreneceğiz mi demek istiyorsun yoksa?” Son cümlenin ucunu açık bırakırken Ege’nin gülen sesini duydum. “Beraber öğreneceğiz,” dedi.
“Aslında bunu duyduğuma sevindim, yoksa bu karanlıkta ormanda kurtlara yem olmayı göze alıp yanına gelecektim.” Ege bir kez daha güldü. “Sana o takımı boşuna vermedim,” dedi. Dış kapının arkasında asılı duran kılıfı hatırladım. Gözlerimi devirdim.
“Onu gerçekten kullanacağıma inanıyor musun?” dedim.
Ege derin ve manalı bir iç çekti. “Keşke kendine benim sana inandığım kadar inanabilsen, Elif…” dedi. Bu iç çekişin ve cümlelerin anlamını biliyordum. Yani, kendime itiraf etmek kolay olmamıştı ancak artık biliyordum. Parmaklarım battaniyenin üzerinde gergince dolandı.
“Sanırım… Artık inanmıyor sayılmam,” dedim. Kısa bir sessizlik oldu.
“Bundan ne anlamam gerek?” dedi Ege’nin tanıdık, aklında bir cevaba oturtamadığında çöken o derinlik dolu sesi.
“Sen… Belki haklı olabilirsin,” dedim kekeleyerek. “Yani bu sabah söylediklerinde… Benim ondan…”
“Hoşlandığını…” dedi benim tamamlayama cesaretim olmayan kelimeyi tamamlarken. Gözlerimi sıkıca kapattım. Evet, ormandan döndüğümden beri, tam olarak dört saat yirmi sekiz dakikadır bunu düşünüyordum. Bu mantıksız, imkânsız ve olmasına ihtimal veremediğim şeyi. Bugünü, dünü, onunla yan yana olduğum zamanları. Çok uzun olmayan o zamanları… Özellikle bugün ormanda söylediklerini, bu sözlerin canımı ne kadar yakışını…
Birkaç ay önce, canım artık bu kadar çok yanmaz sanırken bugün duyduğum sözler gerçekten kalbimi acıtmıştı. Doğru ama acıtıcıydı o sözler. Ya da sözler değil, onun sözleri olduğu için acımıştı kalbim. Bu, çok mantıksızdı. Ondan hoşlanmak, onun canımı yakmasına izin vermek ya da onun hayatında olmak… Tüm bunlar çok mantıksızdı. Yasaktı. Çünkü bir yükü daha taşıyamayacak kadar gücü tükenmişti kalbimin.
Belki de, insan kalbini bile unutur derken ona inanmalıydım. Belki buna inanırsam ben de unuturdum. Böylece artık kimse onu kıramazdı. Ancak çok geç kaldığımı biliyordum. Tüm bunlar, bu duygular ne zaman olmuştu bilmiyordum. Ama olmuştu işte. Bunu inkâr edemezdim. Çoğu şeyi, hissettiğim ya da istediğim çoğu şeyi inkâr etmiştim ancak bunu edemiyordum. Bu kez kendimde bunu yapacak gücü bulamıyordum.
Yutkunarak, “Bugün bana, ‘Kendini kandırıyorsun. Senin yalnızlığa değil seni iyileştirecek birine ihtiyacın var,’ dedi. Belki de en başından beri kendimi kandırıyordum Ege…” dedim.
“Peki, sen ne dedin?”
“Hiçbir şey! Çünkü bana, o kişi ben olamam, dedi. Ne diyebilirdim ki!”
“Peki, öyle mi istiyorsun, yani seni iyileştirenin o olmasını?” dedi. Çekinmeden sorduğu soru benim içimde binlerce fırtınaya sebep oldu.
Kafamı hızla iki yana sallarken, “Kimse olsun istememiştim Ege. Sadece iyileşmek istemiştim. Kendi kendime, yeniden filizlenmek istemiştim. Bu… Çok ani oldu. Buraya her şeyden kaçıp geldim ama kendimi hep onun yanında buldum. Kimseye ihtiyacım yokmuş gibi davrandım. Belki de öyle olsun istedim, bilmiyorum. Ama bir şey, sanki bir mıknatıs gibi beni onun yanına çekti. O deli bakışlarının ardında bir şey var…” dedim duraklayarak. “Kimsenin görmesini istemediği ama orada olan bir şey… Şefkatli bir şey… Ama buna kapılmak istemiyorum. Üstelik birbirimize bu kadar tahammül edemezken hayat tam tersine bizi bir araya getirmek için planlar yapıp duruyor gibi! Bu can sıkıcı…” dedim.
“Ah, biz buna kader diyoruz…” dedi. Görmesem de sesinden gülümsediğini anlıyordum. “Beni tanıyorsun Elif, ben pek şansa inanmam, ama kader denen şeyin var olduğunu biliyorum. Belki de seni o dağ başına götüren şey budur. Kader…” dedi. Kader… Bizi gerçekten bir araya getirebilir miydi?
“Buna inanmak o kadar zor ki…” dedim. Öyleydi. O ve ben… Dünyanın iki ayrı kutbu kadar uzaktık. “Beni vızıldayan bir sinekten farksız gördüğüne eminim!” dedim yüzümü buruşturarak. Ege’nin güçlü kahkahası telefonda yankılandı.
“Bence bu tutkulu bir aşk için çok iyi bir başlangıç,” dedi.
“Aşk mı? Daha neler! Bay yabaninin bir insanı sevmektense bir kayayı sevmeyi tercih eder!” dedim alayla.
“O niye?”
“Çünkü dilleri yok!” Ege kıkırdarken, “Bence abartıyorsun,” dedi. Gözlerimi irice açtım. “Abartmak mı? Sen daha onu bir kez gördün, ben onunla aynı yerde yaşıyorum. İnan bana bu adamın bir günde kurduğu cümle sayısını üç yaşındaki çocuklar bir dakikada kuruyormuş!” dedim. Handan Hanım tam olarak böyle söylemişti. Onu şimdi daha iyi anlıyordum.
“Ve sen bu adama âşıksın!” Aşk… Ben ondan hoşlanma düşüncesini kabullenemezken şimdi bu nerden çıkmıştı.
“Ege…” dedim uzatarak. “Âşık falan değilim. Sadece… Biraz dikkatimi çekti ve hoşlandım, hepsi bu.” Şuan kesinlikle gözlerini deviriyordu.
“Ondan bahsederken kendine kulak veriyor musun hiç? Emin ol verseydin şuan çok başka şeyler konuşuyor olurduk,” dedi bilmiş bir ses tonuyla. Ondan bahsederken nasıl konuşuyordum ki? Sustum. Sadece sustum.
“Elif,” dedi Ege, sanki karşımda ve gözlerimin içine bakıyormuş gibi. “Senin için mutluyum.”
“Neden?” dedim sessizce.
“Çünkü sende mutlusun.” Öyle miydim? Elim istemsizce göğsüme gitti. Kalbim, atıyordu. Bir süredir, belki de bana sandığımdan daha uzun gelen bir süredir kalbim durmuş, çalışmayı bekleyen bir saatti sanki. Fakat şimdi, elimin altında, göğsümün içindeki kalbim sanki tüm o manasızlığını yitirmiş, sıradanlığından sıyrılmışçasına anlamlı ve canlı atıyordu. Daha önce hiç hissetmediğim gibi… Sanki uzun süredir bir uykudaymışım ve yeniden uyanmışım gibi hissediyordum. Ve sanırım bu, mutlu olduğumu gösteriyordu.
“Keşke, bunu sana tüm o sözleri söylemeden önce anlayabilseydim…” dedim pişmanlıkla.
“Bundan bahsetmeyelim, olur mu?” dedi hoşnutsuz bir tonla.
“Yani mutlusun, diyorsun?” dedim anında konuyu değiştirerek. Bu halime gülerken beni onayladı. “Kesinlikle öyle diyorum,” dedi. “Ve bunu başarabildiği için ona minnettarım. Bunu nasıl yaptığını merak etmiyor değilim?” İç çektim. Tüm o aksi, insan düşmanı ve çatık kaşlı hallerine rağmen nasıl bunu başardığını ben de merak ediyordum. Düşündüm. Sadece sıcak kahverengi gözleri ve sakallarının altındaki derin çukurlar bunun sebebi değildi.
“Sanırım… O bana hep dürüsttü, Ege. Olmadığı biri gibi davranmadı. Ne düşünüyorsa bunu bana direkt söyledi. Aslında bu bana biraz da seni hatırlattı!” dedim.
“Ne yani ona bana benzediği için mi âşık oldun! Aman Allah’ım nasıl bir tehlike atlatmışım!” dedi. Kıkırdadık.
“Her şey bir yana, sanırım buna ihtiyacım vardı Ege. Selim’in aksine beni gördü. Ve buna ne kadar ihtiyacım olduğunu gördüm. Bunu söylemesi ne kadar zor olsa da korkakça davrandım ve pek çok şeyle yüzleşemedim. Belki de bunun zamanı gelmiştir…” dedim. Ve Ege’nin titreyen nefesini duydum. Ağlıyor muydu?
Şaşkınlıkla, “S-sen-“ dedim ancak devam etmeme izin vermedi. Ege’nin altın kuralı madde bir: Kimseye gözyaşlarını gösterme!
“Buna sevindim, Elif. Umarım her şey çok güzel olur ve umarım sesindeki bu heyecanı bir daha asla kaybetmezsin…” dedi.
“Umarım…”
“Artık kapatmalıyım, yarın erken kalkmam gerek.”
“Şey…” dedim panikle. “Beni affettin, değil mi?”
“Seni gözlerinden geçen pişmanlığı gördüğüm an orada affetmiştim zaten şapşal,” dedi. Gülümsedim. Ve bir kez daha ona sahip olduğum için ne kadar şanslı olduğumu hatırladım.
“İyi geceler Ege,” dedim.
“İyi geceler.”
Telefonu kapattık. Bu gece sanırım güzel bir uyku uyuyacaktım. Uzun zaman sonra ilk kez mutlu ve çok şanslı biri olduğumu bilerek…
ŞİMDİ OKUDUĞUN
SIRÇA KÖŞKÜN DELİSİ
General FictionHER ŞEY BELKİ DE BİTTİ DEDİĞİMİZ YERDE BAŞLIYORDUR... Elif... Yalnızlıktan, sevdiklerini kaybetmekten ve sevgisizlikten korkan genç bir kadın. Ve tüm korkuları sanki onunla yüzleşmek istercesine karşısındaydı. İçindeki derin eksiklik bir yana o eksi...