İlkbaharın gelişi, yeni umutların, yeni başlangıçların, aynı zamanda ağaçların düğün zamanıydı. Büyükannem her zaman baharın kimsenin bilmediği bir sihri olduğuna inanırdı. Bir gelin gibi süslenen ağaçlar bembeyaz çiçekleri eteklerine döküldüğünde baharın en büyük habercisi olurdu. Yani, büyükannem hep öyle söylerdi.
Şimdi, mevsimlerden sonbahar. Bu baharda, miadını dolduran yapraklarla beraber umutlarım da, hayallerim de solmuştu ve bu mevsim de tıpkı geçip giden pek çok mevsim gibi bir kez daha onu ne çok özlediğimi hatırlatıyordu. Aramızdan ayrılalı iki sene olmuştu. Yokluğunu kalbimde hala ilk günkü kadar acıyla hissediyordum. Ailemden geriye kalan sevgili annem ve babamda her şey daha farklı seyretmişti. Bu duruma alışmaları benden çok daha hızlı olmuştu. Hatta o kadar hızlı olmuştu ki ölümünden bir hafta sonra kendimi, annem ve babamın yıllar sonra tazeledikleri balayında yüzleri gülücükler saçan fotoğraflarına bakarken bulmuştum. Onlar için büyükannem çok yaşlanmıştı ve artık bunun zamanıydı. Ölümün gerçekten bir zamanı var mıydı? Evet, sanırım vardı. Bilmediğin, hiç ummadığın bir zamanı vardı. Ancak kim sevdiklerine ölümü yakıştırabilirdi ki, hiç kimse. Ben de yakıştıramamıştım. Ta ki bu gerçekle yüzleşene kadar…
Biliyordum, kimse sonsuza kadar yaşayamazdı. Hayatın bir yerinde sevdiklerimize veda etmek zorunda kalacaktık. Ama ben, bunu bile yapamamıştım. Ona veda etme şansım olmamıştı. Üstelik bu şansı elimden alan kişi büyükannemdi. Belki de bu yüzden kabullenmem bu kadar zordu. Ona fazlasıyla öfkelenmiştim. Ona karşı daha önce hissetmediğim bu yabancı duygunun yok oluşu ise sandığımdan kısa sürmüştü. Çünkü günün sonunda tek başıma kalıp aynanın karşısına geçtiğimde onu anlıyordum. Çünkü o beni hep anlamıştı. Anlamadığım şey ise annemin kendi annesinin ölümünü nasıl bu kadar çabuk kabullenişiydi.
Onun elleri yumuşacıktı. O eller yanaklarımı okşardı. Bebekken, çocukken, genç kızken… O eller her zaman yanağımı sevgiyle okşardı. Ve ben, o bunu yaparken konuşmasına, bir şeyler söylemesine ihtiyaç duymazdım. Avuçları her şeyi anlatırdı çünkü. Sessiz bir dili vardı onların. Mutluysam mutluluğumu, üzgünsem üzüntümü paylaşırdı. Sessizce… Bazen en güzel dildir sessizlik. Hele ki anlaşılamayanlar için…
Tıpkı elleri kadar yumuşacık bir kalbe sahipti. Bu yüzden de onunla ilgili hatırladığım son şeyin hasta yatağında son nefesini verdiği an olmasını istememişti. Beni ne kadar önemsediğini bilmek içimdeki öfkeye gem vurmama yetmişti. Ondan, artık sadece anılarda bahsedecek olmak benim için fazlasıyla acı vericiydi. Bu hayatta beni onun kadar sevecek biri daha olmayacaktı. Fakat şimdi burada olsaydı ve üzeri sebebi belli olmayan lekelerle dolu, en az üç gündür üzerimde olan, dizleri çıkmış pijamayla beni görseydi enseme sağlam bir tokat indirirdi. Belki de o tokat beni kendime getirirdi. Üstelik o burada olsaydı çok sevdiği saçlarım hala belimde olurdu. Şuan tam olarak omuz başlarımdan biraz daha aşağıdaydı. Biraz dikkatli bakınca uçlarındaki eğrilik fark ediliyordu. Bu durum umurumda olmadığı gibi bunun tipik bir depresyon belirtisi olduğunu kütüphanemden ara ara çıkarıp okuduğum psikoloji kitaplarından öğrenmiştim ancak üzerinde durmayı düşündüğüm bir konu değildi. Artık hiçbir şey umurumda değildi. İçine düştüğüm bu vaz geçmişlik içinse kesinlikle yeterli sebeplerim vardı.
Birkaç ay önce büyükannemden sonra onun biricik ve sonsuz aşkı, bana her zaman ilham veren çok sevgili büyükbabamı da kaybetmiştim. Oysa her zaman büyükannemden önce ölmek istediğini söylerdi. Büyükannem ise tam tersini… Çünkü onlar birbirinin yokluğunu düşünemeyecek kadar birbirini severlerdi. Ve bunun düşüncesi bile onları dehşete düşürmeye yeterdi. Bunu ikisinin de gözlerinde defalarca kez görmüştüm. Son günlerinde büyükbabamın gözlerinde de görmüştüm.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
SIRÇA KÖŞKÜN DELİSİ
General FictionHER ŞEY BELKİ DE BİTTİ DEDİĞİMİZ YERDE BAŞLIYORDUR... Elif... Yalnızlıktan, sevdiklerini kaybetmekten ve sevgisizlikten korkan genç bir kadın. Ve tüm korkuları sanki onunla yüzleşmek istercesine karşısındaydı. İçindeki derin eksiklik bir yana o eksi...