"İNSAN KALBİNİ UNUTUR MU?"

111 8 1
                                    

Dili keskin bir bıçak gibi keskin, sözleri zalimdi. Dudaklarım titredi. Burnum sızladı. Parmaklarım buz gibiydi. Tıpkı kalbim gibi. Sözleri kalbimi üşütmüştü. O lafını esirgemediğini bildiğim kişiydi. Sadece bana, ailesine değil herkese karşı öyleydi. Ve sözlerinin doğruluğuna inanacağım ilk insandı. Ancak şimdi, kurduğu her cümlede içimi paramparça ediyordu. İçimden söylediği her kelimeyi inkâr eden bir ses kopuyordu. Ancak o sesin kalbimin mi yoksa aklımın mı olduğunu ben de bilmiyordum. Dolan gözlerime bakarken, “Elif…” dedi hüzünle.
  
“Ne halde olduğumu görmedin mi? Her anında yanımda sen varken şimdi karşıma geçmiş bunları bana nasıl söylersin!” dedim. Kelimeler zorlukla döküldü.
  
“Bunları sana söylüyorum çünkü sen benim en yakın arkadaşımsın…” dedi. Kolumdaki parmaklarını hafifçe sıktı. Bakışlarımı eline indirdim. Yanağımdan bir damla yaş aktı. Kolumu sertçe silkerken eli yana düştü.
  
“Kusura bakma ama bunun böyle olduğuna artık emin değilim,” dedim. Sesim sert, kelimelerim soğuktu. Ege’nin afallayan yüzüne baktım. Bir adım geriledi. Gözlerinden geçen duyguları takip etmekte zorlanıyordum. Öfke, acı, hayal kırıklığı, şaşkınlık…

Duygularının belli etmekte zorlanan biri için çok fazlasını barındırıyordu gözleri. Yanağımın içini ısırdım. Sertçe. Ancak sözlerimin sertliğinin yanında bu acı hiçbir şeydi. Onu kırmıştım. Evet, bunu yapmıştım. Yanağına dökülen saçını sakince kulağının arkasına attı. Bakışlarını gözlerimden kaçırırdı. Dudakları hafifçe aralanıp kapandı. Bir şey söylemedi. Söyleyecekti ancak söylemekten vazgeçti. Bundan emindim çünkü bunu bilecek kadar onu tanıyordum.
  
“Sanırım… Biz gitsek iyi olur.”
  
Bir şey söylemedim. Tam şu anda söylemem gerekirdi ancak yapmadım. Zaten o da söylememi beklemeden hızla Alp’in yanına gitti. Gözlerimi sıkıca yumarken yüzümü diğer tarafa döndüm. Hızlanan yaşlarla dudaklarımdan derin bir nefes bıraktım. Bir anda ne olmuştu da bu hale gelmiştik, aklım almıyordu. Bu… Biz değildik. Çünkü birbirimizi anlamak için kelimelere ihtiyacımız olmazdı bizim. Bazen susarak da dertleşebilirdik. Evet, birbirimizden çoğu konuda farklıydık. Bazen siyah ve beyaz, gece ve gündüz kadar uzaktık. Ancak bu birbirimizi anlamamıza engel olmamıştı hiç. Ta ki şuana kadar…
  
Gözyaşlarımı silip kafamı çevirdim. Eğilmiş, tek başına çivi çakan bay yabaniyi gördüm. Bir de orman yoluna girmek üzere olan Alp ve Ege’yi. Dudaklarım titredi. Oysa bu sabah uyandığım da her şey çok farklı olacaktı. Bugün güzel bir gün olacaktı. Bugün ağlamayacaktım. Ancak yine olmamıştı. Her şeyi elime yüzüme bulaştırmıştım. Ve kara bahtım karşıma geçmiş zafer kahkahalarıyla bana gülüyordu. Bir kez daha…
  
Dakikalar sonra kendimi toparlayıp adımlarımı bay yabaniye doğru ilerlettim. Elindeki çekici güçlü darbelerle iki ince parçaya sabitlediği çiviye vuruyordu. Sanki o darbeler tahtaya değil kalbimin tam ortasına iniyormuş gibi hissediyordum. Bay yabani kısa bir an sadece gözlerini kaldırıp yüzüme baktı. Bir şey söylemedi. Zaten ne diyecekti ki. Olanların onu ilgilendiren bir yanı yoktu. Beni ilgilendiriyordu ancak onun da bununla ilgilendiğini sanmıyordum. Ellerimi tulumun geniş ceplerine soktum. Ayakkabımın ucuyla yerdeki çimi irdeledim. Hala sızlayan burnumu çektim. Bay yabani elindeki çekici kaldırıp bir kez daha sertçe vurdu. Çivinin yeterince çakılıp tahtaları birbirine kenetlediğine kanaat getirince çekici bıraktı. Kollarımı birbirine kenetledim. Bay yabani eline yeni bir tahta parçası aldı. Yerdeki şeffaf poşetten bir çivi alıp dudaklarının arasına sıkıştırdı. Bir tahta daha aldı ve tek eliyle diğer tahtanın köşesiyle birleştirirken diğer eliyle de dudaklarının arasındaki çiviyi alıp tahtaların üzerine sabitledi. Yerdeki çekici alıp çiviye önce hafif daha sonra güçlü bir darbe vurdu. Aslında benim yapmam gereken işi yapıyordu. Doğrusu, eli bu işe benden fazlasıyla yatkındı.

Çitler umduğumdan güzel oluyordu. Çoktan ortaya koca bir iskelet çıkmıştı. Kendine gelmesi için suya koyduğum fidanları dikmek için de şimdilik yeterli olacak alan da kazılmıştı. Aslında, her şey yolunda gibi görünüyordu ancak hiç öyle hissetmiyordum. Mutsuzdum. İçimde bitmek bilmeyen bir mutsuzluk vardı. Taşmaktan usanmayan bir denizdi sanki. Koca bir mutsuzluk denizi… Ve ben o denizde sürekli debelenip o debelenmelerin sonunda da her seferinde boğulup duruyordum. Her gün, yeniden ve biraz daha acı verici şekilde hem de.
  
Ayakta durmaktan ağrıyan bacaklarımı kırıp eğilerek bağdaş kurdum ve yere oturdum. Bay yabani odaklanmış, elindeki işi büyük bir dikkat ve özenle yapıyordu. Kaçamak bakışlarla arada nabzını yokluyordum. Ancak umursadığı tek şey işiydi. Yanaklarımı şişirip derin bir nefes verdim. Kafamı önüme eğdim. Yerdeki çimleri yolmaya başladım.
 
Bir süre sonra, Bay yabaninin derin bir nefes verdikten sonra duyduğum sesiyle kafamı kaldırdım. “Dostoyevski der ki yabancı,  ‘Ne yaparsan yap daima pişman öleceksin. Belki yaptıklarından belki de yapmadıklarından.’”
  
Kaşlarımı havaya kaldırıp yüzüne baktım. Elindeki çiviye son kez çekiçle vurup yere bıraktı. Yüzümdeki anlamsız ifadeye bakıp gözünü devirdi. “Yani, pişmanlığını zavallı çimlerden çıkarma,” dedi. Sözleriyle çimleri yolan parmaklarım durdu. Bakışlarımı önümde yolmaktan oluşan ufak çim tepeciğine indirip yeniden bay yabaniye çevirdim.
  
“Sen… Pişman olduğumu da nerden çıkardın?” dedim. Sessizce sorduğum soruyla bakışlarımı kaçırıp parmaklarımla oynamaya başladım. Bakışlarını üzerimde hissetsem de bir yandan da elindeki işine devam ediyordu.
  
“Kavga ettiğinizi anlamamak için ahmak olmak lazım. Gerçi beş dakika öncesine kadar sarılırken bunu nasıl başardınız onu da anlamış değilim ya, neyse. Kısacası ya sen ona istemediğin bir şey söyledin ya da o sana…” dedi.
  
“Kavga etmedik, sadece tartıştık,” dedim karşı çıkarak. Yalan değildi, sadece tartışmıştık. İstemsizce yükselen sesimden belli ki bizi yanlış anlamıştı. Ancak yine doğru olduğu bir konu vardı; kesinlikle istemediğim bir şey söylemiştim. Bay yabani tek kaşını kaldırıp, ne fark eder, der gibi yüzüme baktı. “Peki, ben olduğumu nerden anladın. Yani pişman olanın…” dedim. Kesik bir sesle gülümsedi.
  
“Kara denizde gemilerin batmış değil tüm limanın yanmış gibi duran şu surat ifadenden,” dedi kafasıyla yüzümü işaret ederek. Her ne kadar içimden gelmese de sözleri beni gülümsetti. Kafamı iki yana salladım. “Berbat görünüyor olmalıyım,” dedim. Ağlamıştım. Eminim gözlerim şişmişti. Burnum da kızarmış olmalıydı.
  
“Yani, hayır diyemeyeceğim,” dedi. Dudaklarım şaşkınlıkla aralandı. Kesinlikle hoş bir görüntü sergilemediğimin farkındaydım ancak bunu bu şekilde söylemesi kesinlikle kaba bir davranıştı. Ki buna şaşırmam tuhaftı. O her zamanki bay yabaniydi işte.
  
“Gerçekten bir an olsun şu kabalığından vazgeçemiyorsun değil mi? Kabalık bu dağ başında resmen kanına işlemiş.”
  
“Daha önce de söylemiştim, sana istediğin gibi davranmıyor olmam beni yabani yapmaz.”
  
“Zaten yabani demedim, kaba dedim!” Bay yabaninin yüzünde alaycı bir gülümseme belirdi. “Çok fark etti, haklısın,” dedi. Sözlerimin manasızlığının farkındaydım. Kızardığını hissettiğim yanaklarımla dudağımı ısırdım. Bakışlarımı yere indirdim. Sırf ona cevap vermiş olmak için konuşmuş ancak boş konuşmuştum. Zaten bir tek onun yanında bu kadar saçmalıyor, bu kadar agresif davranıyordum. Adamın gerginliği resmen bulaşıcıydı.
  
“Sana uyuz oluyorum!” dedim kendi kendime homurdanıp önümde tepecik oluşturan çimlere yenilerini eklerken.
  
“Seni duyuyorum.”
  
“Beni duyduğun için sana uyuz oluyorum!” dedim yeniden homurdanarak.
  
“Üstelik sana yardım ediyorum.”
  
“Bana yardım ettiğin için de sana uyuz oluyorum!” Bu kez gözlerimi kısıp yüzüne baktım. Kafasını hayretle salladı. “Zaten her şey senin yüzünden oldu,” dedim iç çekerek.
  
“Benim yüzümden mi? Kıyamet kopsa benden bileceksin. Bu olayın benimle ne gibi bir bağı olabilir!”
  
“Y-yani şey,” dedim kekeleyerek. Bay yabani dikkatle yüzüme bakıyordu. Omzumu silktim. “Ben… Sen sinir ol diye öylesine dedim onu, yani doğru olduğundan değil.” Bakışlarımı kaçırmak istiyordum ancak bunu yaparsam şüphelenebilirdi. Ve kesinlikle bunun peşine düşerdi. Üstelik ağzımdan çok kolay laf alabilirdi. Bu yüzden gözlerine bakmaya devam ettim. Bay yabani gözlerini kıstı. Doğru söyleyip söylemediğimi tartıyordu, biliyordum. Kısa süre sonra bakışlarını önüne çevirdi. Tuttuğumun farkında olmadığım nefesimi yavaşça bırakırken rahatladım.
  
“Sormadın…” dedim birkaç saniye sonra.
  
“Neyi?”
  
“Neden tartıştığımızı?”
  
“Umurumda değil, yabancı,” dedi omzunu silkerek.
  
“Öyle mi?” dedim imayla. Boğazımı temizleyip elimi mikrofon gibi önümde tuttum.  Bay yabani hafif yana dönerek tek kaşı havada ne yaptığımı anlamak için yüzüme baktı Sesimi onun gibi olması için kalınlaştırdım. “Dostoyevski der ki yabancı…” dedim. Tepkisini görmek için yüzüne baktım. Dudaklarım komik çıkan sesimle istemsizce kıvrıldı. Bay yabani öylece yüzüme bakıp kısa süre sonra gözlerini devirdi.
  
“Fidanları getireyim mi?” dedim elindeki tahtaları birleştiren bay yabaniye.
  
“Olur, yalnız can suyu da getirmeyi unutma.” Kafamı sallayıp oturduğum yerden kalktım. Mutfağa gittim. Mutfak dolabından sürahi çıkarıp suyla doldurdum. Tezgâhın üzerinde suya koyduğum fidanların, eğilmiş dalları doğrulmuş, buruşan yaprakları canlanmıştı. Fidanları ve sürahiyi alıp bay yabaninin yanına gittim. Bay yabani son tahta parçasını da kazılmış alanın etrafını çevirdiği, küçük bir kulübeyi andıran iskelete eklemek için toprağa gelen kısmı sivriltilmiş tahtanın baş kısmından bastırarak toprağa batırdı. Daha sonra elindeki çekiçle tahtaya vurarak birkaç güçlü darbeyle çivi gibi toprağa çakmayı başardı. Toprağa çakılı kısmın etrafını iyice toprakla kapatarak oldukça sağlam bir hale getirdi. Üst kısmını da birkaç çiviyle sağlamlaştırıp kalan son direği de oluştururken elimdeki fidanları ve suyu yere bıraktım. Ortaya çıkan manzaraya gülümseyerek baktım. Gerçekten beklediğimden de iyi olmuştu. Üstelik tek başıma yapacağım süreden fazlasıyla kısa sürede yapmıştı. Eli bu işlere alışık olmalıydı. Her şeyi belli bir düzen ve sırayla yapmıştı.
  
“Şimdilik tamam. Ancak etrafını kapatmak için şeffaf naylon gerek. Onu da ben hallederim,” dedi.
  
“Vay canına,” dedim hayranlıkla. “Annen haklıymış, gerçekten bu işten anlıyorsun.”
  
“Bu bir çeşit teşekkür sanırım.”
  
“Ah, elbette. Teşekkür ederim. Bu aralar sana çok borçlanıyorum,” dedim. Bay yabani kafasını söylediklerim hoşuna gitmemiş gibi salladı. “Borcun falan yok. Başıma bela olma yeter. Yoksa çaktığım birkaç çivi beni öldürmez yabancı,” dedi.
  
“Ne!” dedim hayretle. “Başına bela falan olduğum yok benim. Ayrıca karşıma çıkıp duran sensin.” Gerçekten kendini ne sanıyordu bu adam. Bana yardım etmesini isteyen benmişim gibi davranıyordu. Oysa hepsi annesinin başının altından çıkmıştı. Gidip ona yakınmalıydı.
  
“Ya evet, sarsak bir kızı ikidir ölmekten kurtardığım için ben haksızım, doğru…” dedi. Az önce gülümseyen suratı bir anda ifadesizleşti. Buz kadar keskin çıkan sesi ve ani duygu geçişleri gerçekten sinirimi bozuyordu. Ancak beni sinirlendirmesinin yanında şaşkındım. Neden böyleydi? Neden ruh hali bu kadar değişken, neden bu kadar aksi ve öfkeliydi? Daha doğrusu bu öfkesi ve yabaniliği kimeydi?
  
“Gerçekten merak ediyorum, insanlara alerjin mi var senin? Ya da sadece bana karşı mı böylesin? Bu tavırların hiç normal değil?” dedim ciddiyetle. Yüzünde hala aynı ifadesizlikle, “Nasılmışım?” dedi.
  
“Bir kere önyargılısın. Aksisin! Evet, neden bu kadar aksisin ki. Üstelik insanlara karşı kim olduğu fark etmeksizin kabasın!” Bay yabani tek omzunu silkerek, “Ayrımcılık huyum değildir,” dedi. Parmağımı yüzüne doğru uzattım. “Ayrıca umursamazsın. İnsanlar bu kadar umursamaz olamaz!” dedim. Sesim hayretle yüksek çıkmıştı. Bay yabani aramızdaki mesafeyi azaltıp bana doğru bir adım attı. Uzun boyundan dolayı kaldırmak zorunda olduğum bakışlarım, hafifçe eğilmesiyle aynı hizaya geldi. Hiç çıkarmadığı beresinin altından alnına dökülen saçları hafifçe esen rüzgârla dalgalandı. Yine, gözleri hareketsizce gözlerime bakıyordu. Bu adam neden bazen gözlerini kırpmayı unutuyordu?
  
“Umursamaz olamaz mı yoksa olmamalı mı, yabancı? Bunu gerçekten öyle olduğu için mi yoksa öyle olmasını istediğin için mi söylüyorsun?” dedi. Bakışlarımı yutkunarak gözlerinden sakallarına indirdim. Gür sakalları vardı. Rengi aralarındaki birkaç tel beyazı saymazsak simsiyahtı. Aklımı karıştırıyordu. Üstelik her seferinde beni beklemediğim yerden vurmakta üstüne yoktu. Kollarımı göğsümde toplayıp gözlerine baktım.
  
“Ne fark eder?” dedim.
  
“Kimse senin istediğin gibi olmak zorunda değil. İşte fark eden şey bu, yabancı,” dedi.
  
“İnsanlar biraz olsun benim istediğim gibi olsa zaten dünyada savaş diye bir şey kalmazdı bay yabani!” Kafasını hoşnutsuz bir tavırla iki yana salladı.
  
“Bana ilkel diyen küçük narsiste bakın…” dedi ağzının içinden. Kaşlarım şaşkınlıkla havalandı. “Seni duyuyorum!”
  
“Umurumda değil…” dedi sakince. Bu sakinliği beni öldürüyordu.
  
“Bak bundan bahsediyorum işte. Sen ve senin gibi kendinden başkasını umursamayan insanlar yüzünden ben ve benim gibi başkalarının duygularına önem veren, acaba birini incitip, kalbini kırar mıyım diye söyleyeceği kelimeleri bile elli kez süzgeçten geçirenler üzülüyor. Ve elimde olsaydı hepinizi bu dağın başında toplar yakardım!” dedim tek solukta.
  
Tüm konuşma boyunca parmağımı yüzüne doğru sallamıştım. Nefes nefese öfkeyle yüzüne bakıyordum. Göğsüm hızla inip kalkarken bakışları önce yüzüne doğru salladığım parmağıma daha sonra da gözlerime çevrildi. Sıcak kahveleri artık o kadar da sıcak değildi. Yutkundum. Evet, son cümlem belki biraz tehdit biraz da psikopatlık gibi algılanabilirdi. Ancak kesinlikle bir gerçeklik payı yoktu. Bunu gerçekten ciddiye almamasını umdum. Bay yabani aramızdaki mesafeyi bir adım daha kapattı. Ayakkabısı ayakkabımın ucuna değiyordu. Havada duran parmağımı tuttu. Bakışlarım parmağımı tutan eline indi. Tutuşu nazikti. Tüm bu öfkesinin aksine tutuşu bir pamuk kadar yumuşaktı. Her gün birini pataklıyormuş izleniminin aksine bana hiç zarar vermemişti. Tabi ilk tanışmamış dışında. O da maalesef ki büyük bir yanlış anlaşılmanın sonucuydu ve bunu da fazlasıyla telafi etmişti. Tuttuğu parmağımı yavaşça aşağı indirdi.
  
“Hayat bu kadar hassas yürekler için fazla zalim, yabancı… Ve inan bana, o zalim yüzle bir kez karşılaşınca, ama gerçekten karşılaşınca bırak diğer insanları umursamayı, insan kendi kalbini bile unutuyor…” dedi.
  
Kaşlarını çatmıştı. Her cümlede biraz daha çatılmış, her cümlede gözleri biraz daha kısılmıştı. İnsan kalbini unutur muydu? Bence unutmazdı. Evet, hayatta kötü şeyler de vardı ancak insan kalbini unutursa nasıl insan kalabilirdi? Ama söylediklerini öyle inançla söylüyordu ki inanmamak elde değil gibiydi. Ancak daha fazlası vardı. Yüzünde, gözlerinde, elimi tutan ellerinde, dudaklarında… Hepsinde gördüğümden çok daha fazlası vardı. Gözlerinin sıcaklığını perdeleyen, gülümserken bir anda gülüşüne gölge düşüren bir şey vardı. Bakışları, bakışlarındaki anlam bazen o kadar hızlı değişiyordu ki sanki içten içe kendine bir şeyler hatırlatıyor ve hatırladığı şey onu kendine getiriyordu. Bu öfkeli, insanlardan uzak, aksi haline…
  
“Sen unuttun mu?” dedim. Kıstığı gözleri yavaşça büyüdü. Parmağımı tutan eli hala oradaydı. Tenim karıncalanıyordu. Oysa parmağımı sıkmıyordu bile. Ama tenim, sanki karıncalar sokmuşçasına uyuşuyordu.

“İnsan kalbinin yerini unutur mu?” Sertçe yutkundu. Açıkta kalan boynu gözümün önündeydi. Fazla yakındı. Sanki biraz daha eğilse burnu burnuma değecekti. Bunun düşüncesi midemi altüst etti. Karnım kasıldı.
  
“Unutur, yabancı. İnsanoğlu her şeyi unutur.” Kafamı iki yana salladım. “Her şeyi değil,” dedim hızla. “İnsan yaşadığı acıyı unutmuyor ki!”
  
“İnsan acıyı değil, acının açtığı yarayı unutmuyor. Acı geçiyor. Yara hep baki…” dedi. Kafamı eğdim. Dudaklarım aklıma gelen anıyla burukça kıvrıldı. Acı, yaranın eserdir, demişti Selim. Beni hep buna inandırmıştı.
  
Yarayı yok sayarsan acıyı da unutursun…” dedim kendi kendime.
  
“Duyduğum en ahmakça şey!” Bay yabaninin homurdanarak söylediği sözlerle kafamı kaldırdım. Bu kez, gerçekten gülümsedim. 
  
“Evet…” dedim hala sert ama soğuk olmayan gözlerine bakarak. “Bunu söyleyen kesinlikle ahmağın tekiydi!” Ve beklemediğim bir şey oldu. Bay yabani gülümsedi.

SIRÇA KÖŞKÜN DELİSİHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin