'SENİN HİKAYEN NE?'

84 7 3
                                    

Alnımda hissettiğim hareketlilikle gözlerimi araladım. Uyumuş muydum? Ne zaman daldığımı hatırlamıyordum bile. Saatin kaç olduğunu merak ettim. Yerimde hafifçe kıpırdandım. Sanırım titremem azalmıştı. Şömine hala yanıyordu. Artık sıcaklığını hissetmek zor değildi. Bakışlarım alışkanlıkla saati ararken yavaşça yukarı kaydı. İlk önce şöminenin üzerindeki küçük rafa dizilmiş kitapları, daha sonra duvarı kaplayan büyüklü küçüklü tabloları gördüm. İlacın etkisiyle hafifleyen başım daha iyi odaklanmamı sağlıyordu.

Saat yoktu. Şöminenin siyah camından yansıyan ateşin kızıllığıyla aynı renge çalan parlak cilalı ahşap duvar benimkinin aksine çok daha modern duruyordu. Ama saat yoktu. Biraz bakımla benim evimin de böyle görünüp görünmeyeceğini düşündüm. Tablolar çok güzeldi; her birinde karakalemle çizilmiş birer hayvan figürü vardı. Boy sırasına göre dizilmiş tabloların en başta ve en büyük olanında vahşi bir ayı yer almıştı. Ağzını kocaman açmış ayı sivri ve salyalar akan iri dişlerini göstererek kükrüyordu. Hemen yanında, biraz daha küçük olan tabloda ise tüm zarafetiyle kıvrımlı boynuzlarını eğmiş bir geyik vardı. Onun hemen yanında bir koyun, onun yanında bir köpek ve en sonda da bir sincap vardı.

Bakıldığında hayvanlar her ne kadar birbirinden alakasız olsa da hepsinin aynı kalemden çıktığı anlaşılıyordu. Bunları bay yabani mi çiziyordu? Bir ressam olabilirdi belki de bir resim öğretmeni. Ya da sadece öylece karaladığı bir hobiydi. Aslında en mantıklı gelen seçenek buydu çünkü onu elinde tuvali, ufak bir taburenin üzerinde çiçek böcek çizerken ya da öğrencilere fırça tutmayı, çizgi atmanın inceliklerini öğretirken düşünemiyordum. Bu tıpkı onun yaptığı gibi önyargılı bir düşünce olmuştu ama öyle hissediyordum. Sahi o gün Alp’e ne demişti: ‘Dış görünüş bazen insanı yanıltır.’
  
Sahiden öyle miydi?
  
Üzerime çöken karartıyla irkilirken bakışlarımı kaldırdım. Tepemde elinde beyaz bir bezle duran bay yabani kısa bir an gülümsememe neden olurken bunu, onun fark etmeyeceği kadar belirsiz yaptım. Alnımdaki bezi aldı ve elinde tuttuğuyla yeni bezi alnıma koydu. Soğuk bezle yüzüm buruşurken, “Bunları buzlu suya mı yatırıyorsun?” dedim istemsizce homurdanarak.

Dudaklarında gördüğüm belli belirsiz gülümseme belki de sadece benim hayal ürünümdü ama görmüştüm.
  
“İyi fikirmiş, bir dahakine aklımda bulunsun,” dedi düz bir sesle. Alnımdan aldığı bezi sehpanın üzerinde içinde su dolu bir tasın içine attı. Suyu ben uyurken yapmış olmalıydı. Bu demek oluyordu ki bezi ilk değiştirişi değildi. Ona karşı mahcuptum. Dudaklarımı teşekkür etmek için aralamıştım ki buna fırsat vermeden yeniden gitti. Hayal kırıklığıyla önüme dönen bakışlarımı kazağımın üzerindeki ellerime indirdim. Ancak az önceki karartı bu sefer yanımda belirdi. Bu kez elinde bir tepsi var. Boşta kalan eliyle sehpanın üzerindeki ilaç kutusunu itti ve boşalan yere oturdu. Öylece yüzüne bakarken tek kaşını havaya kalktı.
  
“Neyi bekliyorsun?” dedi.
  
Afallayarak yüzüne bakarken, “Nasıl?” dedim. Elinde tuttuğu tepsiyi hafifçe kaldırıp kelimeleri tek tek vurgulayarak, “Doğrulmak için neyi bekliyorsun?” dedi.
  
“Ah, tabi…”
  
Utanç ve mahcubiyetle kısılan sesime lanet ederken dirseklerimi yaslandığım yere dayadım. Bu arada attığım kaçamak bakışlarla tepkisini ölçmeye çalışıyordum. Tabi önce doğrulmayı başarsam daha iyi olacaktı çünkü sabırsız bakışları birazdan söylenmeye başlayacağının işaretiydi. Tüm gücümü dirseklerime verirken kafamı hafifçe kaldırdım. Bu hareketimle alnımdaki bez yüzüme kaydı. Kendimi küçük bir çocuk gibi hissettim. Tek gözümün üzerine kapanan bezle dudaklarımdan çatallı, ufak bir kıkırtı dökülürken anında dudaklarımı dişledim. Elimi hızla bezin üzerine atıp açık kalan tek gözümle bay yabaniye baktım. Öylece, düz bir suratla bana bakıyordu. Bunu fırsat bilerek bezi elime aldım ve bacaklarımı yukarı doğru çekerek sırtımı kanepenin kolluğuna yaslayıp oturur pozisyona geldim. Bunu yaparken biraz zorlansam da belli etmedim.

Zafer kazanmış edasıyla yüzüne bakarken bakışlarını elimdeki beze indirdi. Mesajı alarak bezi anında alnımın biraz üstüne yapıştırdım. Elindeki tepsiyi kucağıma bıraktı. Sıcak çorbanın dumanı burnuma dolarken karnım acıyla kasıldı. Bunun sebebi hastalık değildi; neredeyse iki gündür açtım! Gözlerimin sanki bir tepsi dolusu elmasa bakıyormuş gibi parladığından emindim. Yutkunmamak için kendimi tuttum. Midem acil çanlarını çalmaya başlarken guruldamaması için dua ettim. Bu fazlasıyla utanç verici olurdu.
  
“Zatürreden ölmeseymişsin bile açlıktan ölecekmişsin.” Endişeli bakışlarımı yüzüne çevirdim. Midem guruldamış mıydı?
  
“Nasıl?”
  
“İki gündür bir şey yemediğini düşünürsek,” dedi.
  
“Bunu nerden biliyorsun?” Beni gerçekten korkutuyordu. Evime ampul yerine kamera takmış olamazdı değil mi? Hadi ama… Adam evin içine bile girmemişti. Saçmalıyordum.
  
“Bu dağ başında iki gündür ateş yakmadığını düşünürsek ya delirmişsindir ya depresyondasındır ya da intihara meyillisindir ki ben ilk seçenekle son seçenek arasında hala kararsızım. Bunların hepsi de tepsiye aç kurtlar gibi bakmanı açıklar,” dedi.

Vay canına, adam gerçekten zekiydi.
  
“Bunun zekâyla bir ilgisi yok, yabancı. Biraz gözlem yeteneği olan herkes bunu anlar,” dedi.

Gözlerim irice açıldı. Yok, bu sadece gözlem olamazdı. Adam resmen kafamın içini okuyordu.
  
“Ayrıca…” Sehpanın üzerindeki ilaç kutusundan bir ilaç çıkardı ve tepsinin kenarına bıraktı. Bunu yaparken gözlerime alayla baktı. “Yeteneklerim arasında maalesef akıl okumak yok. Fazla sesli düşünüyorsun,” dedi.

Yanaklarım hastalıktan bağımsız yanmaya başlarken ellerini dizlerine vurarak kalktı ve çorbanın yanında duran paketlenmiş sandviçi alıp şöminenin önündeki tekli kanepeye oturdu. Sandviçini açtı ve bir ısırık aldı. Bakışlarımı utançla önümdeki tepsiye indirdim. O alaycı bakışını düşündükçe dudaklarımı dikme isteğim artıyordu.
  
“Başla,” dedi uyarı dolu sesiyle. Kendinde sanki babammış gibi beni azarlama hakkı bularak, önüme koyduğu tabağı bitirmezsem hafta sonu cezası verecekmiş gibi üstten konuşurken utancım yerini sinire bırakmıştı. Homurdanarak, tabi bunu içimden yaparak kaşığımı hırsla çorbanın içine daldırdım. Ama benim babam bana hiç çorba yapmamıştı ki.
  
Aniden zihnime dolan düşünceyle kaşığı çorbanın içinde çeviren elim donakaldı. Benim babam ben hasta olduğumda alnıma hiç bez koymamıştı. Benim babam ilaçlarımı içirmeyi bırak evdeki ecza dolabının yerini bile bilmezdi. Benim babam… Varla yok arasındaydı; vardı ama asla olmamış gibiydi.
  
Dolan gözlerimi kırpıştırıp çorbayla doldurduğum kaşığı dudaklarıma götürdüm. Ağzıma yayılan tavuk tadı güzeldi. Çorba çok güzel olmuştu. Bir kaşık daha aldım; babamın elinden hiç içemediğim o çorbayı içermiş gibi. Titreyen elimle dikkatlice bir kaşık daha, bir kaşık daha ve bir kaşık daha…

Titreyen dudaklarımı ısırırken yanaklarımdan bir damla yaş süzüldü. Elimdeki kaşık gürültüyle tepsiye düştü. Kırpıştırdığım kirpiklerimi çıkardığım gürültüyle birlikte kararsızlık ve mahcubiyetle karşımdaki, hala adını bile bilmediğim, komşu, bay yabani ya da öylece adam olarak sesleneceğim adama çevirdim. Ağzında çiğnemeyi bıraktığı lokmasıyla yüzüme bakarken şöminenin ateşi yüzüne vuruyordu. Bakışlarından ne düşündüğünü anlamaya çalıştım. Yüzünde bir kaşığı bile tutmayı beceremediğimi ima eden alaycı bakışı ya da yüzüne dövme olmuş o öfkesi yoktu. Sadece boştu. Sadece gözlerime bakıyordu.

Boğazından sert bir ses çıkarıp lokmasını çiğnerken elindeki sandviçi sehpanın üzerine bıraktı. Bunu olabildiğince yavaş yaparken bakışlarını bir an olsun üzerimden çekmemişti. Ağzındaki lokmayı yuttu. Dirseklerini dizlerine yaslarken avuçlarını birbirine sürtüyordu. Kısa, çok kısa bir an bakışlarını gözlerimden ayırıp şömineye çevirdi ve yeniden yüzüme baktı.

“Her gözyaşının bir hikâyesi vardır. Senin hikâyen ne, yabancı?” dedi. 

SIRÇA KÖŞKÜN DELİSİHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin