Zihnimdeki fısıltı sustu. Aldığım nefes boğazımı ateş gibi yakarken sözleriyle sıktığım yumruklarım gevşedi. Tüm bedenim gevşedi. İçimde başıboş, çaresizce dolanan ruhum sözlerinin önümde ördüğü duvara çarptı ve yere yığıldı. Ayağa kalksam bedenim bir çuval gibi savrulacaktı, biliyorum.
"Artık biliyorum..." dedi, yeniden. Neyi, diye soramadım. Bakışları yüzümde dolandı. Dudaklarımda sıcak, tuzlu bir tat hissettim. Ağlıyordum. "Hikâyeni artık biliyorum, yabancı..." Her gözyaşının bir hikâyesi vardır, yabancı... Bu onun sözleriydi. Artık, en acı hikâyem açık bir kitap gibi onun önündeydi.
Biliyordu. "Bilemezsin..." dedim inkârla. Kafamı eğdim ve gözlerimi sıkıca yumdum. Dudaklarım bir kez daha ıslandı. Karnımdan boğazıma bir hıçkırık tırmandı. Orada tuttum onu. Dudaklarım firarını yasakladı. Yutkundum. Acımı, yalnızlığımı, öfkemi yuttum. Hep yaptığım gibi... Kirpiklerimi yeniden, titreyerek araladım. Bakışlarımı sessizce kaldırdım. Fakat ıslanan dudaklarım bu kez ummadığım bir şaşkınlıkla aralandı. Görmeyi beklediğim soğuk hareler, dudaklarındaki ruhsuz gülümseme, sakallarının altındaki sert çehre ve kafasından hiç çıkarmadığı beresi yoktu. Hiçbiri yoktu. Siyah bere sehpanın üzerindeki sıkıca kapattığı parmaklarının arasındaydı. Dudaklarımdan dökülen sıcak nefes ıslanmış dudaklarımı kuruttu. Beresini çıkarmıştı.
Bakışlarından yüzümdeki şaşkınlığı beklediğini anlıyordum. Ancak tek kaşı sanki bunu beklemiyormuş gibi havalandı. Şu an, ilgilendiğim şey sadece saçlarıydı. Gür, bakımlı, siyah saçlar... Parmaklarının arasında tuttuğu berenin sadece sevdiği için çıkarmamasına inanmayışımı, kafasının ortasında büyük bir açıklık olduğunu düşünmemin ne kadar saçma oluşunu yüzüme vururcasına ahenkle duruyordu. Gür, ancak fazla uzun değildi. Ensesi temiz tıraş edilmişti. Kulaklarının arkasından kavisle inen teller yukarı doğru kıvrılıyordu. Ne fazla düz ne de kıvırcıktı; hafif dalgalıydı.
"Sana kaçmanın yeterli olmadığını söylemiştim..." Aralanan dudaklarıyla bakışlarım gözlerini buldu. "Neden hala bunu yapıyorsun, yabancı?"
"Sen yapmıyor musun sanki?" dedim titrek bir nefes vererek tek omzumu umursamazca silktim. Elimin tersiyle yüzümü sildim. Kafasını iki yana salladı. "Buna inanmıyorum..." dedim. "En başından biliyordum, senin de canını yakan bir şey vardı. Bu muydu? Sen de mi kaçıyorsun?"
"İnan bana kaçmak isteseydim, olmak istediğim son yer burası olurdu."
"İnkâr ediyorsun. Bu da kaçmak değil mi?" Yutkundu. Bakışları kısa bir an avcunun içinde sıktığı bereye indi.
"Bunu hiç yapmadım, yabancı..." Bakışları yeniden bana dönerken kaşlarım sözlerini anlamayarak çatıldı. Gözlerini devirdi. "İnkârı yani..." dedi açıklık getirerek.
"Ama söylemiyorsun da."
"Susmak inkâr ettiğim anlamına gelmez. Bazen sadece susarsın ve bu aslında en büyük kabulleniştir," dedi. "Zaten pek fazla konuşan biri de sayılmam..." diyerek mırıldandı. Parmağını hafifçe yüzüme kaldırdı. "Ama sen inkârcısın... Ve aradaki ince çizgiyi bulamazsan bu yalana girer."
"Aramızdaki farkı bir tek ben mi göremiyorum?"
"Ben asla yalan söylemem!" dedi karşı çıkarak. Bu adam yalandan gerçekten nefret ediyordu. "Ben gerçeklerimi biliyorum. Hatta seninkini de. Ama sen, aslında senin de bildiğin gerçekleri göremeyecek kadar inkârcısın. Çünkü cesaretin yok! Korkuyorsun..." dedi sakin bir tonla. Korkuyordum, çünkü ben hep korkardım. "Ve korku insanı yalana sürükleyebilecek en kaçınılmaz teşviktir."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
SIRÇA KÖŞKÜN DELİSİ
General FictionHER ŞEY BELKİ DE BİTTİ DEDİĞİMİZ YERDE BAŞLIYORDUR... Elif... Yalnızlıktan, sevdiklerini kaybetmekten ve sevgisizlikten korkan genç bir kadın. Ve tüm korkuları sanki onunla yüzleşmek istercesine karşısındaydı. İçindeki derin eksiklik bir yana o eksi...