'AYNALAR'

66 7 1
                                    

Titreyen dudaklarımı ısırdım. Onu hala böyle anmanın cezasını kesiyordum belki de. Elim istemsizce sol elimin yüzük parmağına gitti. Günler önce küçük, ışıltılı bir taşın süslediği yer artık boştu. Aslında bu, içimdeki boşluğun yanında koca bir hiç kalırdı. Güzel bir düşten geriye kalan acı bir tortuydu şimdi o boşluk. Parmağımı yüzüğün bıraktığı hafif beyaz halka izinin üzerinde gezdirdim. “Yani… Eski nişanlımı,” dedim yutkunarak.
  
Kafamı kaldırıp bakamıyordum. Fakat onun keskin bakışlarını yüzümde hissediyordum. Bunu hissetmemem, özellikle de aramızda sadece bir sehpa mesafesi varken, imkânsızdı. Öyle sessizdi ki sadece kendi aldığım derin nefeslerin sesini duyuyordum. Bu da işimi hiç kolaylaştırmıyordu. Gözümü sıkıca yumup yeniden açtım. Isırdığım dudaklarım sızlarken onları azat ettim ve sonunda kafamı kaldırıp yüzüne baktım. Sanki konuşmak için bunu yapmamı bekliyormuş gibi, “Demek bunun içindi,” dedi.
  
“Evet,” dedim onaylayarak.
  
Kafasını sallayarak, “Kovulmandan bahsetmiyorum,” dedi. Gözlerini peş peşe birkaç kez kırptı. Bunu saniyeler sonra ilk kez yaptı. Bazen öyle derin ve keskin bakıyordu ki o anlarda gözlerini kırpmadığına yemin edebilirdim. Az önce de o anlardan biriydi ve bunu yaparken gözleri bile yaşarmıyordu.
  
“Neyden bahsediyorsun?” dedim.
  
“Bu dağ başına gelmenden bahsediyorum,” dedi. Dudaklarım hafifçe aralandı. Aslında buna şaşırmamam gerekirdi. O ve şu gözlem meselesi… Fakat bu sefer bunun sadece basit bir tahmin olduğunu emindim. Evet, kovulduğumu, üstelik bunun nişanlım yüzünden olduğunu, ayrıca artık onun nişanlım olmadığını söylemiştim fakat tüm bunların ne zaman yaşandığını söylememiştim. Belki de eski bir zamandan bahsediyordum. Yani bu dağ başına gelmemi tüm bunlarla bağdaştıracak bir sebep olarak göremezdi. Bu yüzden şaşırmamın tek sebebi, adamın tahminlerinde bile iyi olmasıydı.
  
“Bunu bilemezsin,” dedim. Sırtını geriye yasladı. Ellerini ensesinde birleştirdi ve o ukala gülümsemesi yüzünde yerini aldı. Yaslandığım yerde sırtımı dikleştirdim. Yüzümü ifadesiz tutmaya çalıştım. Fakat bu cidden zordu. Hiçbir zaman kendimi saklamayı başaramazdım. Korkarsam yüzüm kireç kesilir, mutluysam ya da utanırsam yanaklarım kızarır, çok sinirlenince ise nedenini anlayamadığım tuhaf bir şekilde dudaklarım morarırdı. Gergin olduğumdaysa sürekli yutkunurdum. Ve şuan yutkunuyordum. Gözleri bir an olsun gözlerimden ayrılmazken bunu ona belli etmemeye çalışmak fazlasıyla zor oluyordu.
  
“Kendini ele vermekte üstüne olmayan biri için fazla iddialı bir cümle…” dedi.
  
“Bu kez yanıldın, kabul et,” dedim savunmaya geçip tek kaşımı kaldırarak.
  
“Seni okumak sandığının aksine çok kolay, tıpkı açık bir kitap gibisin…” Sözlerindeki inatlaşma ve başkaldırışın aksine sesi fazlasıyla yumuşaktı.
  
“Nasıl göründüğümü bilmem ama sen…” parmağımı ona doğru uzattım, “kesinlikle yanılıyorsun,” dedim. Kısa ama sesli bir kahkaha attı.
  
“Bu konuda iyisin demiştim,” dedi.
  
“Hangi konuda?”
  
“Kendini kandırmak konusunda, baya iyisin.”
  
“Kendimi kandırmıyorum.” Tabi ki de kandırıyorsun!
  
“Kuyruğu dik tutmaya çalışıyorsun,” dedi.
  
“Böyle bir şeye ihtiyacım yok.” Tabi ki var! Onun karşısında tabi ki var!
  
Onun karşısında… Sadece… Afallıyorum. İlk kez birinin karşısında bu kadar gardımı kuşanıyordum, bu beni afallatıyordu. Sesim ilk kez bir gün içinde bu kadar çok yükseliyordu, bu beni afallatıyordu. İlk kez Ege’den başka birinin evinde, başka birinin kanepesinde uyuyordum, bu beni afallatıyordu. Ve tüm bu afallamanın sebebi ise bu yabancı adamdı.
  
“Kızarıyorsun,” dedi.
  
“Kızarmıyorum!” dedim. Ani çıkışımla, yüksek ve çatallı sesimle yüzünü buruşturdu.
  
“Bunun bir yararı olacağını sanmıyorum,” dedi. Haklıydı. Ona ya da kendime neyi kanıtlamaya çalışıyordum ki. Her şey ortadaydı işte. Kaybetmiştim, birçok kez ve yalnızdım, tıpkı alışık olduğum gibi.
  
“Bence yararlı olan tek şey artık evime gitmek olacak,” dedim sessizce. Bacaklarımı kendime çekip kanepeden sarkıttım ve yaslandığım yerden doğruldum. Ani hareketimden dolayı başım dönerken ellerimi dizlerimin yanında kanepeye bastırdım. Odanın içi gözümün önünde birbirine girerken gözlerimi kırpıştırdım. Fakat saniyeler içinde geçmesini beklediğim baş dönmesi şiddetlenirken dudaklarımın arasından homurdandım. Elimi alnıma bastırdım. Oda kafamın içinde kamikaze gibi savruluyordu. Kırpıştırdığım gözlerimin ve dönmenin izin verdiği kadar karşımdaki adama bakmaya çalıştım fakat saniyeler içinde yanımda hissettiğim hareketlilikle hızla kafamı çevirdim. Bu ani hareketle başım daha hızlı döndü. Midem bulanıyordu. Yer ayaklarımın altından çekilmişti sanki. Gözlerimi sıkıca yumarken alnımdaki elimi çekip tutunmak için bir destek arayarak yana uzattım. Kısa süre sonra soğuk parmaklarımın arasında hissettiğim sıcaklıkla parmaklarımı tutunduğum yere kenetledim.
  
“Başım…”
  
“Sakin ol, ilaçtandır. Birazdan geçecek.” Kulağımın hemen yanında duyduğum bay yabaninin sesiyle, sesin geldiği tarafa döndüm. O kadar yavaş hareket ediyordum ki kafamın içindeki zelzeleyi arttıracak tek bir manevra yapmaktan kaçınıyordum. Sıkıca yumduğum gözlerimi yavaşça araladım. Fakat hala net göremiyordum.
  
“Geçmiyor…” dedim ağlamaklı çıkan sesimle. “Göremiyorum…”
  
“Sakin ol,” kulağıma dolan yumuşak sesiyle parmaklarımı tutunduğu yere iyice sapladım. “Gel buraya…” Ensemde hissettiğim baskıyla yüzüm tanıdık gelen yumuşak bir kumaşa dondu, burnuma tanıdık bir koku doldu. Taze bir koku!
  
“Sakin ol…” dedi yeniden. “Derin bir nefes al, sakin ol…” Dediğini yaptım. Gözlerimi kapattım ve derin bir nefes çektim. Burnuma dolan güzel kokuyla kabaran göğsüm onun göğsüne çarptı.
 
“Şimdi ver,” dedi. Komutuyla tuttuğum nefesi verdim ve o güzel kokuyu geri bıraktım. Mideme büyük bir ağrı saplandı. Sanki bedenim bunu yaptığım için beni cezalandırıyordu. Bir kez daha, ilkinden daha derin bir nefes aldım. Bu kez genzimi yakarak inen kokunun hiçbir acı yanı yoktu. Aksine bedenim şefkatle kollarını açmaya hazırdı ona zira geri verdiğim her nefeste mideme büyük bir ağrı saplanıyordu.
  
Ensemdeki eli bir heykel kadar hareketsiz duruyordu. Gözlerimi yavaşça araladım. Başım artık daha az dönerken gözümün önündeki perde aralandı ve yavaş yavaş görmeye başladım. Omzuna yasladığım kafamı kaldırıp hafifçe eğdim. Aramızda duran elimi, parmaklarımın sıkıca kavradığı elini gördüm. Kafamı kaldırmak için hareketlendim fakat ensemdeki eli buna müsaade etmedi.
 
“Yavaş ol, yabancı.”
 
“Pardon…” dedim parmaklarımı aceleyle çözüp kucağıma çekerken. Ensemdeki elini çekti. Bakışlarımı kaldırıp yüzüne baktım. Otururken bile boyunun benden uzun olması can sıkıcıydı. Bakışlarını yüzümde dolaştırırken ikinci kez gözlerine bu kadar yakından ve merakla bakmanın şaşkınlığıyla kalakaldım. Gerilmiştim.
 
“Biraz dinlen, daha sonra istersen evine gidersin…” dedi. Hareket eden dudaklarını takip eden bakışlarımın farkındaydım. Fakat önemli olan onun farkında olup olmamasıydı. Üstelik bunu tamamen refleksle yapıyordum. Çünkü fazla yakındı. Bir yabancının olmaması gerektiği kadar yakındı.
   
“Seni tanımıyorum bile…” Kendimi sakince geriye doğru çektim. Aksini yapıp, panikle hareket etmenin saçma olacağını biliyordum. Üstelik bunu gerektirecek bir davranışta bulunmamıştı. Ondan beklediğimin aksine bana fazlasıyla yardımı dokunmuştu. “Neden senin yanındayım ki,” dedim fısıltıyla. Aramızdaki mesafe açıldığında yanımdaki varlığı kısa sürede yerini boşluğa bırakırken az önce oturduğu kanepeye geçti.
  
“Hala sapık olduğumu mu düşünüyorsun?” dedi. Yüzüne aynı şeyi tekrarlayıp durmanın hoşnutsuzluğu bürünürken alnı kırıştı. “Hayır,” dedim itirazla. Sırtımı kanepenin başlığına yasladım. Bacaklarımı kırıp, karnıma doğru çektim. Uyuşmuş bacaklarım hareketlenmenin etkisiyle karıncalanmaya başlarken parmaklarımı bacaklarımda dolaştırıyordum. “Sadece buraya gelme amacım çok farklıydı ve bu amacın içinde kesinlikle komşuculuk oynamak yoktu.”
  
“Oturduğun yerden bakınca beş yaşında mı görünüyorum?” dedi.
  
“Sadece şuan ki durumun benim için garipliğini anlatmaya çalışıyorum.”
  
“Senin için garip olan ihtiyacı olan birine yardım edilmesi mi yoksa bunu benim yapmış olmam mı?” dedi tek kaşı havalanırken rahatça arkasına yaslanarak. Elbette birinin bana yardım etmesini garipsemiyordum. Hatta buna alışıktım. Çoğu zaman olmasa da bazen sakar ve kendini zor duruma düşürme konusunda usta olduğum doğruydu. Gerçi bu kez, tıpkı dediği gibi bunu onun yapmasına şaşırmadığımı söyleyemezdim ama durum bundan ibaret değildi. Her şey benimle alakalıydı. Benim aklımla, benim içimle ve şuan içinde olduğum kaosla alakalıydı.
  
“Beni anlamıyorsun…” dedim kafamı sallayarak. Onunla daha fazla laf yarışı yapamayacak kadar halsiz hissediyordum. Sadece ara ara yoklayan bu baş dönmesinin bir an önce geçmesini ve evime gitmeyi diliyordum.
  
“Sen de anlat o zaman,” dedi. Rahatlığı beni şaşırtırken asıl, bir anda bana karşı duyduğu bu merakla şaşırmıştım. Yalan değil, içimde ona karşı derin bir merak vardı fakat bunun onda da olabileceğini hiç düşünmemiştim.
  
“Adını bile bilmiyorum, sana neden anlatayım ki?” dedim. Evet, bir büyük gerçek daha vardı ki hala adını bilmiyordum.
  
“Tek sebep bu mu?” dedi omzunu silkerek.
  
“Gayet yeterli bir sebep…” dedim. “Üstelik hala söylemek yerine soru sormayı tercih ettiğine göre açıkçası şüphelenmeye başlıyorum…” Kısa bir an sözlerime ufak bir kahkahayla gülerken eliyle beresini çekiştirdi. Bir an onu sonunda çıkaracağını sansam da sadece alnına dökülen saçlarını düzeltip elini dizine indirdi. Gülüşü yavaş yavaş yüzünde buruk bir tebessüme dönerken kayboldu ve dudaklarındaki sessizliğe eklenen bakışlarındaki boşlukla gözlerini önündeki sehpaya dikti.
  
“Ne düşünüyorsun?” dedim birkaç saniye sonra. “Bana gerçek isminin yerine ne söyleyeceğini mi?” Bu kez gülümseyen taraf bendim. Bakışlarını diktiği sehpadan çekip gözlerime çevirdi. İşte yine yapıyordu. Kirpiklerini bir saniye bile kırpmadan öylece gözlerimin içine bakıyordu. Böyle baktığında kendimi karşısında çırılçıplak kalmış gibi hissediyordum. Sanki sadece bakmıyordu. İçimi görüyor gibiydi; aklımdan, kalbimden geçen her şeyi okuyordu. Onun aksine kirpiklerimi saniyede kaç kez olduğunu sayamadığım kadar çok kırpıp, yerimde huzursuzca kıpırdanarak yanağımın içini kemirerek cevap vermesini bekledim. Yutkundu.
  
“Aktan…” dedi saniyeler sonra. Bir an anlamasam da sonunda bunun sorduğum sorunun cevabı olduğunu anladım. Aktan… Vay canına, ismi gerçekten güzeldi. Aslında beni yine geçiştireceğini düşünmüştüm. Ama düşündüğümün aksine beni bu kez de şaşırtmıştı. Belki de gerçek ismini söylemiyordu ama yine de güzeldi. Gerçek ya değil ona böyle seslenmek, en azından şimdilik bunu düşünmek tuhaf geliyordu. Benim şaşkınlığımın aksine onun yüzünde tek bir mimik oynamıyordu. Bir şey olmuştu, görebiliyordum.
  
“Bunu mu düşündün yani?” dedim. Kirpikleri nihayet hareketlenirken bakışlarını yanan şömineye çevirdi.
  
“Yalancısın, yabancı…” dedi bir anda. Neye uğradığımı şaşırırken dudaklarım bir süre açılıp kapandı. Dirençsiz bedenime rağmen öfke bir anda içimde hiddetle kabarmaya başladı. Dudaklarım bu kez cevap vermek için aralanırken benden önce davranarak sözlerine devam etti. “Üstelik yorgunsun…” dedi. Bunu öyle derin bir nefes verir gibi söylemişti ki bu, bir an iç çektiğini zannetmeme neden oldu. Bakışları hala çıtırdayan ateşteydi. Aklım ona ağzının payını veremi söylerken içimden bir ses beni durduruyordu. Son sözleri, o sesi dinlemeyi tercih etmeme neden oldu.

“Ama yanlış yerdesin. Burası senin dinlenebileceğin bir yer değil. Fikrimi sormasan da, söyleyeceğim. Burası, sana dinlenebileceğinin vaat edilebileceği bir yer değil. Bir liman arıyorsun fakat burası o liman değil…” dedi.
   
Sözlerinin, kurduğu her kelimesiyle doğru oluşu, beni az önce durduran içimdeki o sesin, şimdi ısrarla konuşmam için beni dürtükleyen elini görmezden gelmeme yetecek kadar yeterli bir sebepti. Ondan ilk kez bu kadar uzun bir cümle kurduğunu duyuyordum. Üstelik tıpkı diğerleri kadar doğruydu söyledikleri. Sanki elinde görünmez bir ayna vardı ve içimde kendime söylemekten kaçtığım, kabullenmekten korktuğum ne varsa ilk günden beri onun sesiyle, onun yüzüyle çarpıyordu yüzüme.
   
“Bunu sana düşündüren ne?” dedim sakince. İçim titriyordu fakat bunu sakladım. Sesimin de titrememesi için çenemi var olan tüm gücümle sıktım.
   
“Aynalar…” dedi, saniyeler sonra dudakları yeniden kıvrılırken. Sözleriyle kaşlarım çatıldı. Onun hala bakışlarını ayırmadığı şömine ateşi sanki onun bakışlarıyla daha da harlanıyor, daha sesli çıtırdıyordu.
  
“Peki, bir liman aradığımı da nereden çıkardın?” dedim. Cevabını bildiğim sorular soruyordum, evet. Kuralına göre oynamıyordum. Üstelik bunu, onun da en az benim kadar iyi bildiğini biliyordum. O bir yabancıydı; adını sadece bir dakika önce öğrendiğim, hayatımın ortasına bir anda düşen davetsiz bir misafirdi. Kendime bunu her ne kadar sürekli hatırlatsam da o, sinir bozucu derecede haklıydı ve bunu inkâr edemezdim. En azından kendime edemezdim. Ona ise…
  
“Yönünü kaybetmiş her geminin sığınacak bir limana ihtiyacı vardır. Fırtına ne kadar şiddetli olursa olsun, dalgalar ne kadar güçlü savurursa savursun, her geminin buna ihtiyacı vardır. Tıpkı senin de olduğu gibi…” dedi. 
  
Dizlerime sardığım parmaklarım yumruk olurken yutkundum. Ona önce gözlerimin içine bakmasını söylemek daha sonra da avazım çıktığı kadar haksız olduğunu bağırmak istiyordum. Haksız olmadığı halde bunu istiyordum. Sesimi istediğimin aksine sakin tutsam da her kelimesi öfkeyle doluyken, “Ya sen?” dedim dişlerimin arasından. “Senin de bu dağ başında benden bir farkın olmadığına göre bunları kendine de söylüyor musun? A, yoksa her sabah baktığın aynalar mı hatırlatıyor?”

Bakışları sakince yüzüme dönerken, onun sert bakışlarının aksine titreyen gözbebeklerimle yüzüne bakıyordum. Sesimdeki öfkeye tezat bakışlarımın ürkekliğine lanet ediyordum.
  
“İnan bana yabancı, aynalar insana çok şey hatırlatıyor,” dedi. Oturduğu yerden kalktı ve yüzüme dahi bakmadan büyük adımlarla yanımdan geçti. Dönüp bakmamıştım ama gıcırdayan merdiven sesiyle yukarı çıktığını anladım. Öylece gitmişti. Öfke ve şaşkınlık harmanlanıp tüm bedenimde gezinirken gözlerimi kapatıp kafamı geriye yasladım. Yumruk yaptığım ellerimi karnıma sararken kapalı gözlerimin ardında kabarmış dalgalarıyla taşmaya hazır bekleyen okyanusu hissediyordum. Sanki şimdi açsam, tüm bedenimi esir alacaktı. Aynalar, demişti. En son dönmemek üzere çıktığım o evden ayrılırken sadece, kendimden geriye neyin kaldığını görmek için bakmıştım aynaya. Şimdiki evimde ayna bile yoktu. Sadece banyomda ufak, lekeli bir cam parçası asılıydı duvarda. Ona ayna bile diyemezdim. Bana sadece aynalar değil, bir süredir kendim bile kendime yabancı, hiçbir şey hatırlatmıyordu. Ama bay yabaniye hatırlatıyor olmalıydı.

SIRÇA KÖŞKÜN DELİSİHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin