Hayat, hiç bitmeyen bir yokuş; en dik yeri ise durup bir soluk alayım dediğin yerde başlıyordu. Kendimi bildiğimden beri koşuyordum. Hem de dik bir yokuşa karşı. O yokuşun adı aileydi benim için. Okullarda hepimize, toplumun en küçük yapı taşı, olarak öğretilen şeydi. Oysa benim hayatımın en büyük eksiğiydi. Öyle hissetmemem için hiçbir sebep verilmemişti çünkü. Verilmeyen tüm o sebeplerin ise aslında hep benimle olduğunu anlamam biraz zaman almıştı. Çünkü aile, sadece anne ve baba demek değildi. Aile sadece kan bağı değildi. İnsan kalbinin sıcaklığını kiminle paylaşıyorsa ailesi oydu. Ve ben eksik bir yanımla, o sıcaklığı paylaştığım insanlarla beraber olmuştum. Büyükannem ve büyükbabam benim ailemdi. Ege benim ailemdi. Alp, benim ailemdi. Şimdi... Bir de o vardı. Bay yabani...
Sabah uzun zaman sonra ilk kez derin bir uykudan uyandım. Onca geçen uykusuz gecenin acısını çıkarır gibi soluksuz bir uykuya dalmıştım ki kafamı yastığa koyduğum o anı bile hatırlamıyordum. Saçımı sıkıca topladığım tokayı son kez sıktım ve ayağıma giydiğim daha önce kullanma fırsatım olmayan hiç giyilmemiş postallara beğeniyle bakarken her türlü önlemi aldığımdan son kez emin oldum. Telefonumu ve paramı cebime sıkıştırıp aşağı indim. Aç olmadığım için bir şeyler yemedim. Bu sabah midem tuhaf bir şekilde açlık hissetmiyordu. Kapıyı artık alıştığım gıcırtı sesiyle birlikte açtım. Hafif serin hava yüzüme vururken gözlerimi kapattım ve derin bir nefes aldım. Uzun zaman sonra ilk kez huzurla...
Gözlerimi açtım. Salkımları yere uzanan söğüdün gövdesine yaslanmış bekleyen bay yabaniyle az önce aldığım nefes sanki geri verilmemek üzere ciğerlerime dolanmış ve midemi sıkıştırmaya başlamıştı. Bu nasıl bir şeydi böyle. Dudaklarım kıvrılırken verandadan indim ve ona doğru yürüdüm. Yaslandığı yerden doğruldu ve birkaç adım öne geldi. Üzerinde her zamanki gibi koyu renk bir badi, kafasında beresi ve ayağında postallarıyla oldukça kendi gibiydi.
"Günaydın."
"Günaydın, yabancı," dedi kafasını hafifçe eğerek.
"Yaran nasıl?" dedim heyecanla karnına doğru uzanarak. Kendini geriye doğru çekerek gözlerini devirdi. "Geçti bile!" dedi umursamazca. Tek kaşımı kaldırıp yürümeye başlayan bay yabaninin yanı sıra yürürken kollarımı göğsümde topladım. "Şifa havuzuna düşmediysen karnındaki koca yarığın bir gecede geçmesi imkânsız, bay yabani," dedim.
"Gerçekten abartmayı seviyorsun, değil mi?"
"Sen de maşallah kendini ne çok düşünüyorsun!" dedim. Adımlarımız orman yoluna girerken kısa bir süre sonra daha önce fark etmediğim toprak yol bir patikaya saptık. Burası geçen sefer gittiğimiz yoldan daha düz ve tehlikesizdi.
"Kendimi düşünmeyi bırakalı çok oldu aslında, yeni değil yani." Mırıldanarak söylediği sözlerle kısa bir an yüzüne baktım. O karşıya bakarak yürüse de ona baktığımın farkındaydı.
"İnsan böyle mi olur gerçekten?" dedim. Kafasını hafifçe bana doğru çevirse de bana bakmıyordu. "Sevdiği birini kaybedince sanki kendi canını önemsemek haksızlıkmış gibi görüyor."
"Bu da nerden çıktı şimdi?" dedi. Omzunu silkerek konuşurken aslında en az benim kadar iyi biliyordu neyden bahsettiğimi. Ancak o tüm o dürüstlüğüne rağmen sıra kendine geldiğinde sınırları bir bıçak kadar keskinliğe bürünüyordu. Yandan bir bakış attım.
"Sadece... Kendimden yola çıktım," dedim onunla bir ilgisi yokmuşçasına. Ona bu kez istediğini verecektim. Aklımı kemiren tonlarca soru olsa da hepsini bir kenarda topladım ve sustum. Böylece biraz olsun kendimi affettirebilirdim. Ellerini cebine sokarken hafifçe gülümsedi ve bana üstten bir bakış attı. Tek kaşımı kaldırırken, "Ne?" dedim. Sesli bir nefes verirken başını hafifçe salladı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
SIRÇA KÖŞKÜN DELİSİ
General FictionHER ŞEY BELKİ DE BİTTİ DEDİĞİMİZ YERDE BAŞLIYORDUR... Elif... Yalnızlıktan, sevdiklerini kaybetmekten ve sevgisizlikten korkan genç bir kadın. Ve tüm korkuları sanki onunla yüzleşmek istercesine karşısındaydı. İçindeki derin eksiklik bir yana o eksi...