22.

1.3K 84 144
                                    

Elimdeki pamuk şeker yaklaşık on bir dakikadır erimiyordu. Bu sıcağa nasıl dayandığını ve neden erimediğini bilmediğim gibi, ellerimin neden küçük olduğunu da bilmiyordum. Pamuk şekerim yeşildi ve üzerinde kızıl halkalar vardı. Bu bana bir şey hatırlatıyordu ama ne hatırlattığını anlamadığım gibi, anlamak için çabada sarf etmiyordum.

Ellerime tekrar baktığımda ellerim küçük değildi ve ellerimde pamuk şeker yoktu. Elimde kızıllara boyanmış bir bıçak ve durduğum yerin etrafında kanlar vardı. Leş gibi bir koku sızıyordu boğazımdan ciğerlerime doğru. Bu kokuyu soluyan bütün bedenim buradan kaçmak istiyordu ama ben hareket edemiyordum. Etrafımda derin bir sis vardı ve görüşüm birkaç metreden sonra kapanıyordu.

Nerede olduğumu bilmiyordum ama olduğum yer, sanki daha önce olduğum bir yermiş gibi hissediyordum.

Ayaklarıma sular değmeye başladığında, ayak bileklerime kadar gelen kızıl suyu gördüm. Burada ne varsa her şey kızıl ve yeşildi. Kan kokusuna eşlik eden tanıdık bir koku vardı. Bu kokuyu da çok yakından tanıyordum ama aklımdaki boşluğa hiçbir kelime uğramıyordu.

Sanki ben buraya aitmişim gibi, ben burada doğmuşum gibi bir his büyüyordu içimde.

"Kimse var mı?" diye seslendim, sesim birkaç kez yankı yapıp kulaklarıma yeniden ulaştı. Ayağımı kaldırıp önüme doğru bir adım attığımda, kızıl sular adım attığım yerden dağılıp daha şiddetli bir biçimde ayağıma çarptı. Bu çarpmanın bileklerimi kestiğini düşündüm. Birileri benim yürümemi istemiyordu, olduğum yerde kalmamı istiyordu. "Ne oluyor?!" diye bağırdım ama sesim yine yankılanıp kulağıma ulaştı.

Kızıl suların üstünden kendime baktığımda, kızıl bir tilki gördüm. Dişlerini çıkarmış bana odaklanmıştı ve hırlıyordu. Benimde bir tilki olduğumu bilmeden hırlayan bu tilki, kalbimi yaralamıştı.

Elimi suya uzattığımda, su yine geri çekilmiş ve elime dalgalar çarpmıştı.

Hayır, dalgalar değil.

Yansımamdaki tilki bana saldırmaya çalışıyordu.

"Bak," dedim sakince ve o da aynı anda benimle dudaklarını hareket ettirdi. "Sadece buradan çıkmaya çalışıyorum, bana yolu göstermelisin." farklı dillerde konuşsak bile aynı dili konuşuyormuşuz gibi birbirimizi anlayabiliyorduk. İkimizin cümlesi sonlandığında, tekrar dişlerini gösterip avıymışım gibi bana bakmaya başladı. "Seninle konuşuyorum."

Sadece ön bacaklarını görüyordum ve hiç kimseye itaat etmediğini göstermek ister gibi başını yukarıda tutuyordu. Sinirli bir hali vardı ve nedense bu sinirin benimle ilgili olduğunu düşünüyordum. Sinirden titreyen nefesinin ağırlığı, yer çekimi üstüme binmiş gibi hissettiriyordu.

Bana saldırmasını umursamadan elimi tekrar suya uzattığımda, dalgalar tilkinin ağzı gibi elimin etrafında durup dişlerini elime batırdılar. Çok garipti ki, bu canımı yakmıyordu ama hayal kırıklığına uğratıyordu.

"Ruhu tilki olan biriyim," dedim tilkinin sarı gözlerindeki öfke birazda olsa dağılsın diye. "Bana inanabilirsin."

"Sen bile kendine inanmıyorsun!" diye çıkıştı, kendi dilinde. Elimi çekmeye çalıştım ama su elimi çekmeme izin vermedi ve elimin etrafındaki dişlerini bileğime kenetledi. "Kendine inanmayana, kim inansın?!"

"Haklısında," dedim alındığımı belli etmemek normalde benim için kolaydı ama şu an ekstra bir çaba göstermiştim. "Herkes bir kere inanılmayı hak eder."

"Sus," dedi pençesini göstermek ister gibi bir ayağını öne uzatarak. Buranın kralı oydu ve onun boyunduruğu altında olmayan herkesi cezalandırmakla yükümlü gibiydi.

tilki, aslanın ininde.Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin