Michele Morrone, Feel It.
The Weeknd, I Was Never There.*
Henüz on yedinci yaşımdayken İstanbul'a geldiğim zaman, üzerinde alfabenin ilk harfi ve yirmi dördüncü harfi olan bir banka oturduğumda, karşımdaki deniz beni yutmak ister gibi dalgalanıyordu. Sanki beni almak ister gibi, on yedinci yaşımın birinci ayı yirmi üçüncü gününde öldüğümden haberdar gibi, ayaklarıma kadar dalgalarını bırakıyordu.
Bir saat on beş dakika sonra annemin sancıyla yataktan kalktığı, yatağın hemen yanında suyu geldiği ve hızla hastaneye gittiği zamandı. Doğum günümdü. Annemin, doğmana birkaç hafta vardı dediği beklenmedik, bir anda gelen doğumumdu. Sanki daha önce bu dünyada bulunmuş gibi, doğduğum gün hiçbir şeyden korkmadığımı söylemişlerdi. Hatta babam, beni kucağına almaktan korkarken, elini tuttuğumu ve kucağına alması için gözlerimi ilk o zaman açtığımı söylemişlerdi.
Ben babama, doğduğum an tutunmuş ve doğduğum an onun saçlarını yaşamım bilmiştim. Şimdi, yeniden doğsam, babamın elini hiç bırakmazdım. Bir adım uzağıma gitmesini bile istemezdim, hep yanımda, başucumda dursun, saniye bile yanımdan ayrılmasın isterdim.
Babamın olmadığı dokuzuncu, annemin olmadığı yedinci ve Başak'ın olmadığı beşinci doğum günümdü. Benden önce mumu üflemek isteyen kardeşim yoktu, Başak'ı kucağında tutan annem ve saçım pastaya değmesin diye saçımı tutan bir babamda yoktu. Doğum günü hediyelerim artık öpücükleri değildi çünkü ölüler, yaşayana yalnızca topraklarıyla dokunabilirlerdi.
Bir saat on üç dakika sonra yedi mayıstı ve benim ailem seneler evvel ölmüştü.
On üçüncü yaşımda babamın öleceğini bilseydim, on üç yaşına hiç girmek istemezdim. Hadi diyelim ki oldu, on beşinci yaşımı istemezdim ve on beşimde olsam, on yedime bir adım dahi atmak istemezdim.
Ahmet'in öleceğini biliyordum, Ahmet öleceğini kendi de biliyordu. Onu vazgeçirme çalışmalarımda vardı ama Ahmet beni dinlememişti. Bazı insanların yaşaması için bazı insanların ölmesi gerekirdi, öyle söylerdi. Eğer yaşasaydı zaafım olurdu, öyle demişti. Zaaflardan kurtulmak gerekiyordu, öyle demişti. Ama ölmeden evvel istemese bile, benim bir zaafımın olacağını söylemişti. Ben birini aile olarak bildiğim zaman onun benim en büyük zaafım olduğunu söylemişti. Tilkiler yalnız kalmaya mahkum olsa bile, aile kurarlardı. Onların yalnız kalmaları ölüm yüzünden değildi, doğalarında yalnızlık vardı. Benim doğamda da yalnızlık vardı ama bu yalnızlık ölüm üzerine kuruluydu.
Ben çocuk olmak istedim, çocuk olamadım.
Çocuk ölmek istedim, çocukta ölemedim.
Ben öldürdüm. Ben yalnızca öldürdüm. Aynı karşımda, gerginin üzerinde parçalara bölünmüş adam gibi onlarcasını öldürmüştüm. Doğum günüme bir saat on iki dakika yirmi bir saniye kala sonlandırdığım o hayatı bir fısıltı gibi kulağıma işlemiştim. Kulağımda, yere kadar uzanan, fısıltılardan örülmüş şeffaf bir küpe vardı. Yalnızca sol meleğimin gördüğü, defterine karaladığı fısıltılardan ibaretti bu.
Ölüm meleği orağını aramızda sallayıp bir türlü bana denk getiremiyor, ona sunduğum ölümle burun buruna olan bedenleri alıp gidiyordu. Ölüm meleğiyle günde yetmiş kez göz göze gelinirdi ve ben bazı zamanlarda, o göz göze gelme anını bilirdim. Böyle, beyaz zemine kan damladığı vakit, buraya gelirdi. Ölüm saatlerinin gelmesini bekler, o orağı boynumun yakınlarında tutardı. Ben kendimi çeker, son sıcak kanı damlayan o kişiyi ona teslim ederdim.
Kollarındaki kıllar kan yüzünden derisine yapışmıştı. Alnına bastırdığım kızgın demirden -tilki sembolünden- kaşlarına doğru kan akmış, hatta kurumaya yüz tutmuştu. Kanının son damlası damlayalı çok olmuştu. Yarım saatten fazla, kırk dakikadan az bir süre boyunca sırtım duvara yaslı, elimdeki kanlarla duruyor, ölüm odasının bağrına kazıdığı bir ölümü daha selamlıyor, izliyordum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
tilki, aslanın ininde.
RomansKalp göğüs ortasının biraz solunda. Sol diye biliniyor çünkü ucu sola dönük. Benim kalbim ortadaydı, onun kalbide ortadaydı. Kalplerimizi almak için centilmenlik yapıyor ve ilk benim almamı bekliyordu. Benim kalbim hangisiydi bilmiyordum. Sağda dur...