On dördüncü bölüm
Özgürlükten doğan bunalımlar ne kadar büyük olursa olsun, hiçbir zaman fazla baskının sağladığı sahte güvenlikten daha tehlikeli değildir. -Mustafa Kemal Atatürk
***
Fen bilimleri dersinde öğretmenim bana açık hava basıncını anlatırken ufak bir deney yapmıştı, içi boş bir şırınga ile. İğne takılan yeri çıkarmış, şırınganın ucunu da baş parmağıyla kapatmıştı. Piston denilen diğer ucu ile parmağına baskı uyguladığında haznede sıkışan hava, bir süre sonra geri atılmış ve baskıyı yok etmişti.
O deneyden çok etkilenmiştim, küçüktüm ve hayatıma benzetmiştim. Bana baskı uygulanıyordu, uzun zamandır. Sıkışıp kalmıştım, nefes alamıyordum. Bir gün kurtulacağım, özgür olacağım anı bekliyordum.
Annem beni yedi yaşımdayken evlat edinmiş, kocasıyla çocukları olmuyormuş ve evli ama anne olmayan bir kadın olarak iş yerinde hor görüldüğünü düşünüyormuş. Daha yüksek kademelerdeki kadınlar onun üzüleceği şeyler söylüyormuş, sırf çocuğu yok diye. Annem de evlat edinmek istemiş, bunları bana on iki yaşımdayken anlatmıştı ama ben o yaşıma rağmen asıl olanı kavrayabilmiştim.
Zuhal Tunalı için mesleğinden, kariyerinden daha önemli hiçbir şey yoktu. Yaptığı evlilik bile işine yaradığı için, karşılıklı çıkar üzerine kurulmuş bir evlilikti. Daha da yükselebilmek uğruna, hem kendini hem de beni hırslarına yem etmişti.
Kendiyle ilgilenebilen bir çocuk seçmişti hatta bu yüzden, eğitimli ve uslu bir çocuk.
Liseye gidene kadar, yani on beş yaşıma kadar evde hapsolmuştum. Evet, gerçekten hapsolmuştum. Beni bir süs eşyası gibi sadece davetler için dışarı çıkarır, diğer günler de eve kapatırdı. Ben on yaşıma kadar yaşadığımız yeri, İstanbul'u görmemiştim bile. Bir kuruluş yemeğinde köprünün dibindeki bir restorana gittiğimizde görmüştüm, kız kulesini de köprüyü de.
Kayıtlarda güzel okullarda okumuşum gibi görünüyordu, hayır, bu doğru değildi çünkü ben liseye kadar hiç okula gitmemiştim. Eve gelen hocalar vardı, onlar bana öğretmişti her şeyi. Üstelik gece saatlerinde erken uyuyan çocuklardan değildim, ders için gelen öğretmenlerin işi bittiğinde kurs gibi ekstra derse gelen öğretmenler oluyordu. Genelde ekstra dersleri sanatla alakalı oluyordu ya da sporla, uykulu ve yorgunken antrenman yapmaya alışıktım bu yüzden.
Anneme göre, onu ben temsil ediyordum. Sektördeki ünlülere taş çıkarmalıydım, magazinlerde bir hazine olduğum yazmalıydı. Ben onun için bir çocuk değil, işlenilen bir mücevherdim.
Piyano, keman ve gitar gibi pek çok müzik aletini çalmayı bilirdim ve hatta mükemmel çalana kadar kaç gece uykusuz kaldığımı da bilirdim.
İngilizce, fransızca, ispanyolca, almanca ve rusça bilirdim. Bilmek bir yana, sanki o topraklarda doğmuşçasına konuşurdum da. Çünkü ilkokul düzeyindeyken diğer çocuklar gibi çizgi çizmekle vakit kaybedemezdim, okuma ve yazmayı bu yüzden çok kısa bir zaman diliminde öğrenmiştim. Çünkü dil öğrenmeliydim, parlamalıydım bir elmas gibi.
Liseye geçtiğimde ise şans yüzüme gülmüştü, pek öyle değildi ama hapsolmaktan daha iyiydi. Arkadaşlarından birinin kolejine yazdırmıştı beni, genelde tanıdık simaların ailesindekilerin gittiği özel bir okuldu. Diğer kolejler gibi parasıyla değil, şöhretiyle okutuluyordu çocuklar. Oradan mezun olabilmem için üzerimdeki baskısını daha çok artırmıştı ama olsun, en azından eve hapis değildim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Özgürlüğe Aşık Gökyüzü
Teen FictionHayatı kısıtlanmakla geçen Gökyüzü, nadir bir hastalığa yakalandığını öğrenir. Daha önce bir kez olsun yaşadığını hissetmemiştir, hapsedilmiş bir kuş gibidir ve Özgür, ona kanat çırpmayı öğretecektir. Fakat Gökyüzü, sırf özgür olabilmek için çıktığı...