58.BÖLÜM

521 40 8
                                    

Zaman kavramının olmadığı, ne zaman uyuyup ne zaman uyandığımın bile idrakında olmadığım bu karanlık ve soğuk mekanda - oda demeye dilim varmıyordu- yeniden gözlerimi açmıştım. Ne çok uyuyordum ben burada öyle... Bu kez başımda ne varlığına her daim lanet ettiğim kan bağım olan o adam vardı, ne de doktor olduğuna kendi ikna olan ama doktorum olduğuna beni ikna edemeyen o narin kadın. Masadaki en sevdiğim olduğuna inandıkları yiyeceklerde yoktu. Hangi ara o masadan kalktım yatağa Yattım, derin uykulara daldım ve herkes her şey dağıldı gitti hatırlayamıyordum. Kollarımı ve ayaklarımı oynattım hemen yeniden yatağa bağlanmış olabileceğim korkusuyla, dört bir yanımdan çekiştirilmediğimi hissettmek sevindiriciydi. Hatta bu ortamda sevindirici olan tek şeydi belkide hareketlerin kısıtlanmamış olması, çünkü zaten ruhen ve bedenen fazlasıyla kısıtlıydım. Birden kazağımın içinden koluma dokunan soğuklukla,  sevindirici bir şeye daha sahip olduğumu hatırladım. Bu iyiydi işte, bu çok iyiydi...

içimde bir farahlık, bedenimde hissettiğim hafiflikle doğruldum yattığım yerden. Gözlerimi karşımdaki karanlık duvara odakladım. Ne görmeyi umarak  dümdüz duvara boş boş bakardı ki insan? Defalarca ve saatlerce dala dala bakmışlığım vardı benim, duvarda zerre fark göremeden.  Kendimi birazdan olacaklar için hazırlayıp  cesaret toplamaya niyetlenmiştim bu kez gözlerimi karşıma odaklarken fakat hiç olamayacak bir şey olmuş, kapkara duvar birden aydınlanmış saydamlaşmıştı. Bir tablo belirmişti baktığım yerde. Dünyanın hiç bir yerinde, ben sanatçıyım diyen hiç kimsenin hazırlayamayacağı şahane güzellikte bir sanat eseri görüyordum ve o tablonun içinde yer almak için ne en ufak bir hazırlığa ne de minicik cesarete ihtiyacım vardı. Orada o dört kişinin yanında olmalıydım hem de hemen... Kokularını bile hissetmeye başlamıştım. Anneannemin huzur, dedemin güven, Emre'nin aşk kokusu doldurmuştu genzimi. Derin derin soluyordum bitmesinden gitmelerinden korkarak. Bir de hiç görmediğim minicik bir beden vardı yanlarında ve ondan yayılan,  daha önce tadını hiç bilmediğim eşsiz bir koku  karışıyordu ki aralarına o koku uğruna can feda edilmez, can verilirdi...

Sağ elimle sol kol bileğimde, kazağımın içinde  hala serinliğini hissettiğim sert metale ulaştım. Ne olduğunun hiç önemi yoktu benim için, ben yapmam gereken hamleyi biliyordum, o da amacıma hizmet edebilecek tüm özelliklere sahipti. Hiç bir tereddüte mahal vermeden sapından kavradığım gibi yıllarca ritmini bir an bile sektirmeden boynumda ufak ufak kıpırdayan o hayati damara, bedenimde kalan tüm gücümle sapladım çatalı. Zaten en büyük acılarımın başlangıcı da bir çatal darbesi değil miydi? Zaten hayatımın ikinci büyük darbesini Yağız'dan yediğim gece de bu damarı kesip hayatıma son vermek istememiş miydim? Ve zaten ben hep nasıl öleceğimi düşünüp nerede ne şekilde olacağına kendi karar verenlerden olmamış mıydım? her ne kadar farkında olamasamda...

Acılı olmalı çok sancılı olmalıydı kıvranmalıydım belkide aldığım darbeden sonra. Olmadı ne bir acı ne bir sancı hissettim. Sağ elimi yanıma kucağıma indirip sol elimi darbe aldığım yere bastırdım, parmaklarımın arasından durmaksızın  sızıp kısacık zamanda  üzerimdeki pembe kazağımın neredeyse tamamını mora boyayan o kadifemsi kaygan ılık sıvıyı hissediyordum ve ayaklarımdan başlayarak bedenimin üst kısımlarına doğru yayılıp gelen uyuşmayı da. Artık dışarıdan bir göz gibi seyrediyordum kendimi. Yukarıda, çok yukarıdaydı kendimi gören gözlerim ve yatağın kıyısına ilişmiş haldeki bedenim yataktan sıyrılıp zeminle bir olmuştu hepten. Boynumu tutan elimle birlikte başım da yanıma düşmüş, son âna kadar karşımda belirmiş olan enfes tabloyu izleyen gözlerim de kendiliğinden kapanmıştı. 

Sonunda ölmüştüm işte, sonunda amacıma ve sevdiklerime kavuşmuştum ama neden hala çok üşüyordum neden kimse yanıma gelip sarılmıyordu bana? Birileri sesleniyordu uzaklardan ama ne sesin kime ait olduğunu seçebiliyor ne de ne dediğini anlayabiliyordum. 

SIĞINTIHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin